“Tüm insanlık tarihi boyunca medeniyete katkısı İskoçlar’dan fazla olan tek millet olsa olsa Yunanlılar’dır” demiş Winston Churchill.

Yazı dizimin birinci bölümünde de belirttiğim gibi 1707 yılına kadar bağımsızlığını korumuş olan İskoçya, daha sonrasında İngiliz Krallığı ile birleşmiştir. Bundan önce ise en dikkat çekici olay, varis bırakmaksızın 1286’da ölen İskoç Kralı III. Alexander ve sonrasında Norveçli Bakire olarak adlandırılan ve tahta henüz dört yaşındayken çıkarılan torunu Margaret’tir (bu olay İskoç tarihinde The Great Cause olarak adlandırılıyor). Krallığı boyunca İngiliz baskılarına karşı koymayı başaran III. Alexander’ın yokluğunda İskoç soylular, Margaret büyüyene kadar geçici bir hükümetle durumu idare etmeye çalışsa da İngiliz Kral Edward bu durumdan yararlanmak için Margaret’i oğluyla evlendirmek ister fakat kaderin garip bir cilvesi ile Margaret, Norveç’ten İskoçya’ya dönerken yolda hastalanır ve ölür. Bu durumda tahta kimin aday olacağı hususunda bağımsız bir hakemin karar vermesini isteyen İskoç soylular, kümesi tilkiye emanet ederek İngiltere Kralı I. Edward’ı bağımsız hakem olmak üzere davet ederler. Fakat I. Edward bu durumdan faydalanmak için büyük bir orduyla sınıra gelir ve John Balliol’u İngiltere’ye bağlı İskoçya’nın hükümdarı olarak atadığını belirtir. Bundan sonra ise esas karışıklık Balliol’un İngiltere’ye vergi vermekten vazgeçerek savaşmaya karar vermesi ile başlar. Bu sırada hepimizin Cesur Yürek olarak tanıdığı William Wallace tarih sahnesine girer. İngilizler tarafından öldürülen babası, ağabeyi ve karısı nedeniyle onlardan nefret eden Wallace, İskoç bağımsızlığının da temel taşı olmuştur.

Read More


13. yüzyılda üniversitesinin kurulmasından bu yana Oxford, takip eden senelerde İngiltere’nin en önemli kültür ve turizm merkezlerinden biri olmuştur. Bunda, dünyadaki üniversiteler arasında mimari açıdan önde gelenlerinden biri olmasının yanında Harry Potter gibi edebiyat eserlerinin de payı büyüktür. Dünyaca ünlü Alice Harikalar Diyarında adlı eserin kahramanı Alice, Oxford’taki Christ Church Koleji Dekanı’nın kızı Alice Liddell’den ilham alınarak yaratılmıştır. Oxford’un bu birikimi, Hitler’i de etkilemiş olacak ki İkinci Dünya Savaşı’nda İngiltere’yi işgal için bombalarken Oxford’a kesinlikle dokunulmaması talimatını verir, çünkü Oxford’u Alman İmparatorluğu’nun başkenti yapmak istemiştir. Amerikalılar’ın kültürel özellikleri nedeniyle Kyoto yerine Nagasaki’yi bombalaması gibi bir sebepten ötürü Oxford, 13. yüzyıldaki mimari dokusuyla günümüze gelebilmiştir. Stradivari’nin kemanı, Guy Fawkes’un lambası gibi değişik eserlerin sergilendiği, dünyanın ilk müzesi (1683) Ashmolean Müzesi de Oxford’ta gezilebilir.

Yaklaşık gezi rotası...

Yaklaşık gezi rotası…

Read More


Daha önceki yazımda, Türkiye Ekonomisi ile ilgili niceliksel sorunlara değinmiştim. Bu yazımda ise ekonominin daha çok “mali olmayan” parametrelerini incelemek istiyorum.

Ekonominin yıllardan beri süren sorunları, aslında yine yıllardan beri süren bir statükonun ve pragmatizmin de doğal bir sonucudur. Hepimiz ilkokul ve ortaokul çağlarında beynimize kazınan “Almanya yenilince biz de yenilmiş sayıldık”, “Türkiye kendi kendine yetebilen bir ülkedir” vs. gibi kavramlarla ve çevremizin düşmanlarla dolu olduğuna dair algılarla yetiştirildik. Öğretmen, okul müdürü, ve büyüklerimiz her zaman haklıydı, “Allah devlete zeval vermesin”di, şeriatın kestiği parmak acımazdı. Bütün bu kalıplar dâhilinde hiçbirimiz, bu savlara konu olan erkin neden erk olduğunu sorgulama zahmetine bile katlanmadık, çünkü böyle yetiştirildik. Eh, biraz mürekkep yalayınca ve hayatla ilgili deneyimlerimiz artınca (ki deneyim kavramının da olumsuzluğa işaret ettiğini tahmin edersiniz, iyi deneyim diye bir şey var mıdır acaba?) ve hayatı sorgulamaya başlayınca aslında durumun bize anlatıldığı gibi olmadığını anladık. Bunun doğal bir sonucu olarak da Osmanlı’nın son dönemlerinde devleti kaçınılmaz sondan kurtarmak amacıyla “pan” la başlayan geçici siyasi akımlara sarılınması gibi, sabit ve üzerinde dikkatle düşünülmüş bir politikanın yokluğunda, düğün evinin tefçisi ölü evinin yasçısı misali konjonktürel dinamiklerin peşinden koştuk. Bir taraftan para kazanmayı, servet edinmeyi aşağılık bir işmiş gibi gören ulvi düşünceler, bir taraftan ulvi düşüncelerle taban tabana zıt pragmatik bir para kazanma hırsı… Kıymeti kendinden menkul her türlü girişimin ortak noktası, kimsenin çalışarak ve üreterek para kazanmanın ayıp olmadığını bize anlatmayışı…

Read More


Bir insanın ergenlikten delikanlılığa geçtiği çağların duygusal iniş çıkışları gibi bir yer İngiltere… Eskiden ne varsa bugüne taşıyan, ama bugün olanı da eskiye götüren; üstelik bunu yaparken şu anın tüm hızını ve şimdinin tüm yerelliğini taşıyan bir memleket… Dünya üzerindeki değişik yerlerde sömürge sahibi olmasıyla “üzerinde güneş batmayan ülke” tabirini hak edip birçok ülkeyi ve milleti sömüren, ama şimdi de bu ülke insanlarının bu ülkede tutunabildiği (belki de şimdi kendi “sömürülen”) bir yer… Bu yüzden, belki de İstanbul’la benzer bir yanı olarak “Londoner” birine “nerelisin?” diye sorduktan sonra “aslen nerelisin?” diye sormak da elzem… İstanbul’dan birkaç bin yıl daha genç, fakat ondan daha ihtiyar… İki Şehrin Hikayesi’nde sokaklarında akan oluk oluk kandan bahsedilen, Guy Fawkes’un günümüzde yaşasa rejim karşıtı aşırı dinci teorisyen olarak belki sık sık televizyonlarda röportaj verebileceği kadar özgür ve gerçek…

Özellikle lise yıllarında, yağmurlu İstanbul sabahlarında kulağımda Madonna’nın, Beatles’ın, Ronan Keating’in çözmeye çalıştığım İngilizceleri ile söyledikleri şarkılarda hep bir gün Londra’daki borsa sokağını ziyaret etmeyi, Edinburgh’da hayalet hikayeleri dinlemeyi, Dublin’de belki yeşil cinleri görebileceğimi (!) düşünürdüm. Uzun yıllardır kafamda olan Birleşik Krallık gezisi ancak yaş 33’e gelince kısmet olacakmış. İki sene önce planladığım ve Londra’dan Dublin’e doğru oluşturduğum gezi planı, çeşitli işlerin araya girmesi sonucu epey bir süre ertelenip ancak bir Ramazan Bayramı’na denk gelecek şekilde uygulanabildi. Nasipte iki defa niyet edip tüm otel, bilet ve vize işlemlerini yaptıktan sonra iptal etmek olduğu kadar İngiltere’ye giden arkadaşlarımıza hazır gezi planı verip onların gözlerinde Thor ile William Wallace arası bir yere oturmak da varmış. Eh, olduğu kadar, olmadığı kader…

Bu manzaraya eşlik edecek şarkıyı siz seçersiniz artık...

Bu manzaraya eşlik edecek şarkıyı siz seçersiniz artık…

Read More


Kore yarımadası üzerinde yapılan araştırmalar, bu bölgede 8.000 yıl önce neolitik çağın başladığını ve sonrasında bölgenin, birçok medeniyete ev sahipliği yaptığını göstermektedir. Özellikle kıyılara ve nehirlere yakın yerlerde oldukça fazla sayıda medeniyet kurulmuştur. Milattan önce 2333 yılında kurulan Gojoseon hanedanının lideri Dangun, Kore’nin de kurucusu ve atası sayılmaktadır. Bu yıldan altıncı yüzyıla kadar Goguryeo, Baekje ve Silla isimli üç krallık etrafında şekillenen Kore’de altıncı yüzyıldan itibaren kabilelerin birleşerek Gaya adlı konfederatif yapıdaki birliği kurduklarını görürüz. Sonrasında ise Silla Krallığı’nın, Çin’deki Tang Hanededanlığı’ndan da yardım alarak diğer krallıklara üstün gelmesi sonucu bu krallığın üç yüz yıllık hâkimiyeti başlar. Gyeongju’daki Bulguksa Tapınağı da Silla Krallığı döneminde inşa edilmiştir. Yine bu dönemde, Mançurya taraflarında Balhae Krallığı’nın da kurulduğunu görürüz ki bu krallık yaklaşık dört yüzyıl sürecek olan Goryeo Hanedanlığı’nın da temelini oluşturur.

Read More


Bu yazıyı, yayın tarihi itibariyle mevcut bulunan ekonomik konjonktürden çok Türkiye ekonomisinin kronik sorunları ve bunlarla ilgili düşündüğüm çareler konusunda tarihe bir not düşmek açısından hazırladım. Her ne kadar son yıllarda ekonomik anlamda bir istikrara kavuşmuş gibi görünüyorsa da (veya bu şekilde pazarlanıyorsa da) Türkiye ekonomisinin yerleşmiş dinamiklerini anlamaksızın ve çözmeksizin ne faizin düşürülmesinden ne enflasyonla mücadeleden bahsedilebilir.

Read More


Bu yazıyı yazma işini aslında Dubai’den ayrılacağım zamana denk getirmek istiyordum. Fakat gelen giden arkadaşların çokluğu nedeniyle hem Birleşik Arap Emirlikleri ve özelinde Dubai’nin turistik bir incelemesi, hem de Dubai’nin öteki yüzü konusunda bir şeyler yazmak farz oldu.

2010 yılının başından bu yana Dubai’deyim ve yakın gelecekte de Dubai’den ayrılmayı düşünmüyorum. Gerek mesleğimi icra edebileceğim dünya standartlarında bir finansal merkezin varlığı, gerekse İstanbul’daki hayatın kendi sistematik risklerinin burada olmayışı nedeniyle göreceli olarak yaşanabilir bir yer Dubai… İçerisinde birçok ikonik binayı da barındıran bu Emirlik’te turizm olarak aslında bizim bildiğimiz anlamda çok çeşitlilik arz eden bir şey yok. Bünyesinde doğal güzellik olarak barındırabileceği aktiviteleri belki çölde safari ve dalış olabilir. Bunun dışında Dubai’de “gezmeye” gelen birinin yapabileceği aktiviteler, o binadan bu binaya gezmekten ibarettir.

Read More


Bildiğiniz gibi bir süredir bir “yerli araba” tartışması sürüp gidiyor. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın yerli araba hususundaki çıkışları özel sektörden pek rağbet görmüşe benzemiyor. Daha çok reklam amacıyla konuyla ilgilendiklerini söyleyen bazı işadamları dışında şu ana kadar elle tutulur bir gelişme yaşanmadı. Peki acaba Türkiye’nin her şeyiyle yerli bir araba üretmesi mantıklı mı?

Her zaman söylediğim gibi, söz konusu olan beşer olunca “doğru” veya “yanlış” diye bir şey yoktur, ancak avantaj/dezavantaj, yarar/zarar gibi karşılaştırmalar yapılabilir. Bu anlamda yerli araç üretimi; özelinde motor teknolojileri hususunda da konuya bakışım bu yönde olacaktır.

Read More


Yolun bundan sonraki kısmında ise yalnızdım. Esasen gezinin “Lonely Planet” kısmı bundan sonrası… Elimde Zafer Bey’in kitabı ile İsfahan’a geldim ve yine kitaptan seçtiğim Siosepol Köprüsü’ne çok yakın Pol and Park Hotel’e gitmek için taksiye bindim. Böylesine turistik bir yerde taksici tek kelime İngilizce bilmiyor, üstüne üstlük Pol and Park Hotel’i de bilmiyor. Artık Allah ne verdiyse İngilizce, Arapça, Rusça bütün diller havada uçuştu. En sonunda Türkçe “Julfa Mahallesi’nin orası, Siosepol Köprüsü” dediğimde haaaa dedi :). Bundan sonra birine derdimi anlatmak için eş anlamlı kelimeleri söylesem kâfi gelecek gibi…

Read More


İran’da çadır kurmak ve ailecek başka yerlere gitmek çok yaygın. Parklarda, kaplıcalarda ve mesire yerlerinde bu tip insanları hep görebilirsiniz. Bizim alıştığımız şekildeki eğlence kültürü pek yaygın olmadığından insanlar daha çok mangal, piknik gibi aktiviteler yapıyorlar. Biz de Abeshahmed sonrası sık sık fotoğraf arası vererek Aynalı diye bir yere gittik. Aynalı tam bir kamp ve mangal alanı… Cuma gününün tatil olmasını fırsat bilen herkes gelmiş. Burada biraz fazla vakit harcadık. Bu alana girerken sorduğumuz milli park görevlisi, bize Aynalı’dan iki saatte Tebriz’e ulaşabileceğimizi söylemişti. Yalnız GPS yerine KPS (Köylü Positioning System) kullanımı, ülkemizde olduğu gibi burada da zaman birimleri açısından sorun çıkarttı! Adamın bize dediği Culfa yolu İran ile Azerbaycan arasında Aras Nehri boyunca uzanıyor ve bol virajlarla dolu. Saat 5’te çıktık ve 9.30 civarı Tebriz’deydik! En azından sınır hattı boyunca çok güzel dağ manzaraları gördük. Araç kullanırken zorluktan yakındım, fakat yüzyıllar önce bu dağları aşarak sefere giden hükümdarlar acaba neler hissediyordu?

Read More