Endülüs’e Doğru 1


Dünya terslikler, zıtlıklar, inkâr, isyan ve birbirini yanlışlayan hakikatler üzerine kurulmuş. Bunlar her ne kadar beraber olması imkânsız gibi gözükse de aslında birbirlerini besleyerek gel(iş)miş, bir anlamda ihtiyaçlarını karşılamış, düşmanlıklarının kıymetini bilmiş ve aynı ağın parçası olmuşlar. İspanya da ait olmadığı bir yerde gezinen yabancı gibi, Avrupa’nın ortasında Orta Doğu esintileri yaşatan bir ülke. Kışın ortasında bile gezginlerle dolu, havadan sudan bağımsız bir sayfiye yeri gibi… Ülkemizde de kültürel anlamda yakın bulunduğundan gidilecek yerler listesinin başında gelen İspanya, MÖ 1100 yıllarında buraya ilk yerleşen Fenikeliler ile birlikte tarih sahnesine çıkmış, günümüzde yarı özerk bölgelerin oluşturduğu bir devlet olarak İber Yarımadası’nda yer almaktadır.

Barselona Katedrali

Başlamadan önce belirteyim, daha önce gittiğim hiçbir yerde çantamın fermuarının açılması veya montumun cebinde ne var acaba diye yoklanma başıma gelmemişti. Otel görevlisinden bakkalına, Madrid’te 20 yıldır churros satan Adanalı Refik’ten çingenesine (!) herkes İspanya’da yankesicilerin faaliyetlerinden emin. Dikkat etmezseniz, bende teşebbüs aşamasında kalan bu faaliyetler sizin başınıza iş açabilir. Bir diğer uyarım ise, İspanya’da herhangi bir konu üzerine herhangi bir saatte grev yapmanın hayatın olağan akışından olduğu üzerine. Bir konuda üçüncü partilere dayanarak bir plan yapıyorsanız bu plan, grev nedeniyle sekteye uğrayabilir aman dikkat. Zaten bu grevler olmasa da İspanyollar sindire sindire çalışmayı benimsemiş (!), pek acelesi olmayan insanlar. Kâr etmek, satış vb. kavramlar, tabiri caizse bu “tok satıcı” halk için pek geçerli değil. Çanta ve montların girişte polisler tarafından kontrol edildiği her yerde bu durumun farkına varacaksınız, ben yazmayayım burada 🙂 Bunun dışında her ne kadar yanımda 7×24 bir İspanyolca tercümanım olsa da İngilizce hiçbir yerde sorun olmadı. Hemen herkes İngilizce anlaşabiliyor.

Barselona’da duvar resimleri

İspanyollar’ın bu tavrı, sömürgeleştirdikleri yerden akan maddiyat sonucu diktikleri muazzam taş eserlerden de belli oluyor. Günümüzde pek fonksiyonel bulunmadığı için şehirlerde terk edilen taş binalar (kaldığım otellerden birinin tavan yüksekliği abartısız en az yedi metre vardı, eskiden fabrika olarak kullanılmış), İspanyol şehirlerinde hayatın içinde yüzlerce yıldır hikâyelerini anlatıyor.

İspanya’yı ziyaret edip siesta kültürünü gören herkesin düşüncesi, bölgenin bir zamanlar hâkimi olan Araplar’ın bu kültürü benimsettiği yönünde olsa da, kültürel anlamda çalışmayı düşük sınıfların bir meşgalesi olarak gören yapının varlığı, Araplar’ın hâkimiyetinden öncesine dayanmaktadır. Bütün gün çalışarak hayatını idame ettirmeye çalışmak, sonuçta ancak serfin özelliği olabilir. Soylu kesim sanat ve edebiyatla uğraşır, ülkeyi yönetir; papazlar dua okur; askerler de savaşır (!). Bu durumun günümüzdeki bir sonucu olarak Dünya Bankası verimlilik istatistiklerinde de İspanya, tipik Akdeniz ortalamasını yansıtmakta. Bunu en bariz olarak tek kişinin işlettiği kafe ve restoranlarda görebilirsiniz. Büyüklük ve yoğunluk açısından en az 3–4 kişinin çalışmasını bekleyeceğiniz yerlerde tek kişinin her işi yapıyor olması İspanya’da sıklıkla göreceğiniz manzaralardan… Eh, biraz sabırla herkesin karnı doyacak!

Marinaya doğru Kolombus Heykeli – Barselona

Yazları akşam başlayan hayat, gecenin ilerleyen vakitlerine kadar sürmekte(ymiş). Bunu okumam sonrası seyahatimi kışa getirip etrafında bar, kafe olmayan merkezî ama ıssız yerlere bakan otellere dadansam da insanın sevmediği ot dibinde bitiyor bazen. Neyse ki laftan anlayan adamlar.

İnsan çeşitliliği açısından da İspanya zengin bir kültürel dokuyu yansıtmaktadır. Yetmiş iki buçuk milletin yaşadığı Dubai’de toplasanız on çeşit insan vardır, kimin neyle meşgul olduğu da uzaktan rahatlıkla anlaşılır. İspanya’da ise bu durum öyle kolay değil. Bunun belki tek istisnası göçmenler. Diğer AB ülkelerine nazaran düzensiz göçmenlere karşı daha çok müsamaha gösteren İspanya’da bu göçmenlerin bakımı ve uyumu konusunda ne yaptıkları ise meçhul gibi. Bu açıdan belki Türkiye’deki “gelsinler de bakarız” yaklaşımının benzeri burada da mevcut. Maalesef bu insanlar hayatlarını pek de uygun olmayan koşullarda sürdürmeye çalışıyorlar.

Barselona

Woody Allen’ın Vicky Christina Barcelona filmini izleyip de seyahat listesine Barselona’yı eklemeyen sanırım yoktur. Her yıl milyonlarca ziyaretçiyi ağırlayan Barselona tarihî dokusu ve kültürü ile kışın dahi ziyaretçilerle dolu. Katalonya’nın başkenti olan Barselona’da şehrin birçok tarihî noktası UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ndedir. Gezilecek yerlerinin yanında Barselona seyahatinizi festival tarihlerine de denk getirebilirseniz, Primavera Müzik Festivali, Festival de Sant Joan, Dia de Sant Jordi, Festes de Merce gibi birçok festivale de katılabilirsiniz.

Saat farkından dolayı sabahın köründe uyanıp karanlık ve yağmurlu Barselona sabahlarını paylaştığımız diğer zombi kitleyle beraber, o saatlerde açık ve her zaman taze ürünler satan herhangi bir kafeye yaptığımız yürüyüş, beyin yerine karbonhidrat yiyen diğer zombilerle tanışma işlevini de yerine getirmekte. Öyle ki, Barselona metrosuna inip bir kısmı akşamdan kalma, bir kısmı ise işe gitmesine rağmen henüz uyanamamış kitleyi görünce neden zombi dediğimi daha iyi anlayacaksınız. Vicky Christina Barcelona filminde, Javier Bardem’in ilk gözüktüğü sahnedeki baymışlık aklıma gelse de Barcelona sokakları kışın dahi hareketliliğinden bir şey kaybetmiyor.

Park Güell

Park Güell’den başlayıp Roma tarihinden Katalan art nouvou eserlerine kadar, sahildeki Kolomb Anıtı’na kadar yapacağınız yokuş aşağı fakat uzun yürüyüş, size Barselona’daki şehir planlamasının da bir özetini verir. 1841’de uygulanmaya başlanan ve tamamlanması neredeyse yüz yıl süren Cerda Planı ile şehir, eski şehrin (Gothic Quarter) ötesinde yayılmış (l’Eixample), bunu yaparken de şehir planlaması açısından dünyada sayılı örneklerden birini oluşturmuştur. Yine de günümüz trafik akışı ve yaya geçişlerinin ne derece ön görüldüğü belirsiz; çünkü yol uzun ve keyifli olsa da ızgara şeklindeki sokaklar ve evlerin bağlantı yerleri zaman kaybettirici. Buranın keyfine düşkün sakinleri için ise l’Eixample avluları bir rahatlama ve sosyalleşme vahası. Belediye’nin de desteği ile evlerin ortasında kalan avlular genelde park ve bahçe olarak (hatta bazı yerlerde havuz!) değerlendiriliyor (Eskiden bizim Fatih’teki evin ait olduğu kare bölümün ortasındaki avlu da böyleydi, sonradan AVM yapıldı!). Yürüyüşün sonuna doğru, İspanya’nın birçok şehrinde olduğu gibi uzun yaya yollarından (aklıma hemen Vezneciler’den Karagümrük’e kadar olan yolun neden yayalaştırılmadığı geliyor!) en bilineni Las Ramblas sizi Kolomb Anıtı’na ulaştıracak, Las Ramblas geçmişte birçok trajik olaya ev sahipliği yapması bakımından Barcelona’nın duygusal merkezi. Barcelona’daki bu uzun yürüyüşe bir tam gün ayırmak yerinde bir seçenek olur.

Barselona deyince gözümüze gözümüze sokulan Gaudi’den bahsetmemek olmaz. 1852 doğumlu Katalan mimar, çocukluğundan başlayan sağlık sorunları sebebiyle benimsediği sıkı vejetaryen beslenme şekli ve dinî yaklaşım sonucu doğaya özel bir ilgi besledi. Birçok alanda çalışma yapan ve okuduğu mimarlık fakültesinden mezun olurken “dâhi veya manyak” olarak adlandırılan Gaudi, yaşamı boyunca Barselona’daki önemli ailelerin himayesinde, ilhamını doğadan aldığı ve fraktal izlerin her yana nüfuz ettiği eserler bırakmıştır. Bunlardan en ünlüsü, yapımı 1882’den beri devam eden ve 2026’da bitirilmesi öngörülen Sagrada Familia Kilisesi’dir. Ziyaretçilerinin şapkasını çıkarması istenecek kadar kutsal fakat kapıda bilet kesilecek kadar ucuz (!) bir ibadethane olan bu kilise tamamlandığında dünyanın en yüksek kilisesi olacak.

sagrada 1882

1940’taki haliyle Sagrada Familia (BBC Arşivi)

1926’da Gaudi, bir tramvayın çarpması sonucu yaralanır. Kronik hastalıkları sebebiyle öyle bir haldedir ki kimse onun Gaudi olduğunu anlamaz, bir dilenci olduğunu farz ederek yardımcı dahi olmazlar. Gerçek ise ancak kendisi bir şekilde hastaneye kaldırıldığında ortaya çıkar ve Gaudi ölür. Kendisinin birçok tasarımı UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ndedir. Bunlar arasında Barselona’da Güell Parkı, Casa Mila, Casa Vicens ve Casa Batllo sayılabilir.

Girona

Barselona’ya hızlı trenle bir buçuk saat uzaklıktaki Girona, ortasından geçen Onyar Nehri ile tipik bir Avrupa kenti görünümündeki en büyük Katalan şehirlerinden biri. Şehrin gotik kiliseleri ve surlarla çevrili tarihî yapısı ziyarete değer. Birçok medeniyete ev sahipliği yapan Girona, Reconquista sırasında bünyesindeki Yahudiler’i kovmasına rağmen Avrupa’daki en iyi korunan Yahudi mahallelerinden birine de ev sahipliği yapmakta. Şehrin bu iyi korunmuş yapısı da tabii sinema endüstrisinden haklı bir övgü almış ki Game of Thrones, Perfume: The Story of a Murderer gibi yapımlar Girona’da çekilmiş. Şehri baştan başa saran surların içerisindeki eski şehirde katedral, Arap Hamamı, Yahudi Tarihi Müzesi, Girona Katedrali gibi yerler görülebilir.

İspanya’nın ilk yerleşimcileri olan Fenikeliler, Roma tarafından Birinci ve İkinci Pön Savaşları’nda yenilgiye uğratıldılar. M.Ö. 200lü yıllarda Roma orduları Kartaca ve İspanya’yı işgal etti. Romalılar, İber Yarımadası’na Hispania adını vermişti (Günümüzde İspanya’nın en eski ismi olarak da kullanılır, hatta Güney Amerikalılar hâlen “Hispanic” olarak adlandırılır). İşgal ile birlikte bu toprakların hızlıca Romalılaştırılmasına başlandı. Bu tarihten itibaren İspanya’da, Roma aristokrasisi etrafında bir birlik sağlanabilmiştir. İber kabile reisleri ve oligarşi yöneticileri bu şekilde imparatorluğun yönetiminde yer aldılar. Roma’nın yıkılmasıyla, Vizigotlar da İspanya’da Hristiyanlık’ın yerleşmesini sağladı.

Sagrada Familia

Din, Roman Katolik Hispano–Romanlar ve Vizigot derebeylerinin arasındaki tek anlaşmazlıktı. Bu durum, isyanlara ve Vizigotlar aristokrasisi içindeki inatçı lobiler monarşisinin güçlenmesine yol açtı. Vizigot hükümdarı Toledo, piskoposlar konseyinin karşısında Ari soyunu reddedip Katolik olduğunu açıkladı ve böylece Vizigot monarşisi ve Hispano–Romanlar arasındaki bağ kuvvetlendi. Yine de savaş, kralın ailesine düzenlenen suikastlar ve yağmalar bitmiyordu. Vizigotlar Roma devletinin mirasını geliştirmeyi başarmışlardı lakin bunu kendi aleyhine kullanamıyorlardı. Taht konusunda büyük bir karışıklığın yaşandığı dönemde, Yunanlar, Frenkler ve Müslümanlar’ın, iç meselelerine ve kral seçimlerine karışmalarını teşvik ettiler.

8. yüzyılın başlarında Tarık bin Ziyad, Vizigot bir klanın daveti üzerine Kral Rodrigo’ya karşı isyanda destek olmak için İspanya’daki bir dağlık buruna (daha sonra buranın ismi Cebelitarık oldu) çıkarma yaptı. Bu savaşta Rodrigo öldü ve İspanya kralsız kaldı. Tarık bin Ziyad, İber Yarımadası’nı fethedince Halife tarafından Şam’a çağrıldı (bu durum bile İspanya yarımadasına ayak basan her kavimde iç anlaşmazlıkların bir lanet olduğu düşüncesini doğuruyor). Müslüman Emeviler kuzeydeki dağlık bölge haricinde diğer bütün bölgeleri hâkimiyetleri altına aldı. Böylelikle Endülüs adı verilen Müslüman İspanya kurulmuştu. Buradan dilimize kadar ulaşan bir deyim “gemileri yakmak” da yine Tarık bin Ziyad’a atfedilir. Berberi bir köleyken İslam’ı seçip komutanlığa kadar yükselen bin Ziyad, fetih hedefini tüm orduya yaymak ve geri dönüşü imkânsız kılmak için gemileri yaktırmış, ordusuna zaferden başka seçenek bırakmamıştır. Esasen kendisinin faydalandığı Hristiyan krallıkların iç karışıklıkları, birkaç yüzyıl sonra bu sefer Endülüs’teki İslam Devletleri’nin sonunu hazırlayacak, Hristiyan İttifakı ise birleşerek Endülüs’teki İslam Devletleri’ni İber Yarımadası’ndan çıkaracaktır.

11. yüzyıla kadar hâkimiyetini sürdüren Endülüs medeniyeti, iç karışıklıklardan faydalanan Hristiyanlar tarafından kuzeyden başlayarak yarımadadan sürüldü. Reconquista denen bu dönemde, birbirleriyle sorunlu olmasına rağmen Müslümanlar’a karşı birleşen Hristiyan İttifak, fethettiği yerlerde yaşayan ve Katolik olmayan halkları sürgün veya ölümle tehdit etti. O dönem Osmanlı Devleti de birçok Yahudi, Müslüman ve hatta Hristiyan’ı Osmanlı topraklarına getirmiştir. Osmanlı bu Yahudiler’den ve diğer yerlere göçen Yahudiler’den casusluk anlamında çok yararlanmıştır. 1212’de Kastilya Kralı Alfonso’nun Endülüs üzerine seferi aslında Hristiyan İttifak ve sonrasında İnebahtı Deniz Savaşı’nda zirveye ulaşacak bir yapılanmanın da izlerini taşımaktaydı, çünkü Papa’dan yardım istenmiş ve bunun sonucunda Portekiz ve Leon krallıklarından da savaşa yardım gelmişti.

Plaça de Catalunya – Barselona

Esasen ne Araplar’ın Endülüs’e gelişi, ne de Reconquista kısa bir zaman biriminde olup biten olaylar olmayıp bir dönemi içine alan karşılıklı alışveriş bütünüdür desem yanlış olmaz. Sürekli birbirleriyle savaşan devletlerden çok çeşitli yönlerden insanlık tarihine ait değerler ortaya çıkaran farklı örgütlenmeler görüyoruz. Nitekim İbn-i Rüşd ve İbn-i Arabi gibi değerler de Endülüs İspanyası’ndan çıkmışlardır. Bu durum da tabii ki dillerde kendini göstermiş. Bugün İspanyolca, İspanya’nın resmi dilinden çok İber Yarımadası’ndaki halkların ortak anlaşabildiği ikinci bir lisan gibidir. Başta Katalanca ve Baskça olmak üzere birçok yerel dil ve aksan bu yarımadada konuşulurken, Araplarla olan etkileşim sırasında Arapça’nın da bu yerel dillere sirayet etmemesi düşünülemez. Bugün binlerce Arapça kökenli kelime, İspanyolca günlük kullanımda yer almaktadır.

İslam dünyasının aşağı yukarı 16. yüzyılın sonlarına kadar Hristiyan dünyaya olan başlıca üstünlüğünün nedeni, bilgiyi açıkça ve tarafsız olarak yayabiliyor olmasıydı. Hristiyanlık’taki ruhbanlığı benimsememiş, dolayısıyla gerek dinî bilgileri gerekse diğer bilgileri araştırıp bunların sistematik yayılımı için organizasyonlar (belki cemaatler) kuran İslam, bu yönüyle belki Endülüs’te Hristiyan dünyasına rol model olup İspanyol rönesansının da katalizörü oldu (hangi güzellik öncesinde sıkıntı olmadan başlamış ki?). Yine de bu durum, Endülüs’ün kültürel anlamda zirvesi sayılabilecek 976 yılında bir önceki emir Al Hakam’ın, binlerce kitaptan oluştuğu olduğu rivayet edilen kütüphanesinin diğer emir Al Manzour tarafından yok edildiği gerçeğini değiştirmiyor.

Casa Mila’nın “Bekçileri” – Barselona

İnsanlık tarihinde “kütüphane yakma” eylemleri, hızını alamayan “devletlülerin” bir geleneği gibi. Binlerce, yüz binlerce kitabın olduğu zamanın en büyük kütüphanelerinin, yani bilgi üretim ve dağıtım merkezlerinin bu şekilde yakılması, belki bize teknolojik anlamda yüzyıllara mal oldu. Nitekim bilgiyi bu şekilde yakıp yıkmak yerine serbest paylaşımla artırıp medeniyete katkıda bulunan toplumların da gelişmişlik seviyesi ortada. İlk insandan günümüze insanoğlu kendi korkularından yarattığı tanrıları teker teker öldürürken; insanoğlunu aydınlatan bilginin kapalı kapılar ardında toplanması, bunu yapan medeniyete bir güç atfettiği gibi toplam medeniyetin gelişmesi için de bir mâni teşkil ediyor. Düşünsenize, şu an Vatikan’ın kimseyle paylaşmadığı kütüphanesinde acaba ne tip bilgiler gizli? Bunlar da bir gün, Papa’nın Vatikan’dan olmasına karşılık bir diyet olarak yakılacak mı?

Diğer taraftan zorunluluklar yenilikleri de mümkün kılmıştır. Kütüphanelerin (var olan bilginin) yakılarak yok edilmesi üzerinde kopyalama ve çoğaltma işlemleri ortaya çıkmıştır. İlk olarak altıncı yüzyılda Çin’de başlayan matbaacılık faaliyetlerinin bir sisteme oturması, 1439 yıllarında gerçekleşir. Kim derdi ki, Çin’de barınamayan matbaanın Avrupa’ya gelmesi, Marco Polo’nun gezi anılarının çoğaltılarak genç kâşiflere ilham vermesi ile Kolombus’un dünya seyahati, Tordesillas Antlaşması ile sömürgeciliğin resmiyete kavuşması (Cabo Verde Adaları’nın batısı İspanyollar’a, doğusu Portekizliler’e kalmış ki bu yüzden Latin Amerika’da İspanyolca yaygın olsa da Brezilya’da Portekizce konuşulur), hastalıkların, dillerin ve et kültürünün Orta Amerika’ya transferi ve buradaki zenginliğin ve yeni yiyecek çeşitlerinin Avrupa’ya transferi, Orta Amerika yerlilerinin sayıca azalması ile Afrika’dan Amerika’ya köle ticareti, Avrupa’da insanların tarımdan başka işlere de başlaması ve paranın taşa (betona 🙂 ) gömülmesi ve coğrafi keşiflerin “devletçe” finansmanının zorlaşması, Hollandalılar’ın İspanya’dan ayrılması ve yeni finansman yöntemleri bulması, büyük bir deniz ticaret filosu ile tarihin ilk “anonim” şirketini kurmaları, sömürgeleşmenin hız kazanması… birbirinin sebebi ve sonucu olacak? Şüphesiz Osmanlı’nın bu süreci doğru okuyamaması da yıkılmasında önemli bir etkendir. Doğu toplumlarının kendi medeniyet seviyelerini en üstte görüp başkalarından bir şey almaya tenezzül etmemesi, bu süreçte Batı ile ayrışan bir zihniyet farkını yansıtmakta (aslında bir fark da Batı’nın kendi medeniyet seviyesini üstün görüp ihraç ederken karşılığında bir şeyler alması 🙂 ).

İnebahtı Savaşı’na katılan bir kalyon örneği – Barselona Deniz Müzesi

Tabii sömürge dediğimizde İngilizler’i de unutmuyoruz. Tarih 1588 yılını gösterdiğinde “yenilmez armada” İspanyol donanması, İngiliz donanmasına yenildi. Ardından ortaya çıkan taht ve din kavgaları İspanya’nın iyice çökmesine sebep oldu. Yıllar sonra İspanya Portekiz’i ve Cebelitarık’ı da kaybetti. 19. yüzyılda, İspanyollar Amerika’daki bütün sömürgelerini de kaybettiler ve böylece İspanya İmparatorluğu tamamen dağıldı.

1873 yılında İspanya’da kısa ömürlü bir cumhuriyet kuruldu. Birinci Dünya Savaşı’nda tarafsız kalsa da İspanya, bu savaştan bir hayli etkilendi. 1931 yılında kurulan ikinci Cumhuriyet 1936’da yapılan seçimlere kadar sürdü ve seçimlerin sonucunda solcuların başarılı olması üzerine İspanya İç Savaşı baş gösterdi (dünyanın çeşitli yerlerinden Franco rejimi ile savaşmak için solcular İspanya’ya gelmiştir, bununla ilgili Ernst Hemingway’in Çanlar Kimin için Çalıyor romanı bu dönemden bir anlatıdır). 1939’da iç savaşın sona ermesiyle General Francisco Franco devlet başkanı oldu. 1936–1974 yılları arasında İspanya’da Franco’nun diktatörlük dönemi yaşandı. İkinci Dünya Savaşı’na katılmayan İspanya’da ordunun desteği ile Franco savaştan sonra da yerini korudu. 1975 yılında ölümüne kadar diktatörlüğünü sürdürdü. Ölümünün ardından İspanya kralı 1. Juan Carlos tahta çıktı, İspanya da cumhuriyet yönetimine geri döndü. Franco’nun atadığı Başbakan Navarro’nun 1976’da istifası üzerine Kral Carlos, Adolfo Sourez’i başbakanlığa atadı. İspanya’da 1977 yılında ise ilk defa genel seçimler yapıldı.

Her diktatör gibi Franco’nun da halkı yönetmek için oldukça iyi kullandığı iki kavram futbol ve dindi. Hitler ve Mussolini gibi Katolik olan Franco da (her ne kadar kendisinin pek dindar olmadığı bilinse de) din anlayışını okullara kadar yaydı. Öyle ki, hepimizin kulak dolgunluğu ile tanıdığı Katolik “profesyonel” tarikat Opus Dei, Franco zamanında üniversitelerde kürsü sahibi profesörlerin sadece kendinden olmasını şart koşmuştur. Din ve patriarkal devletin güzide birleşimini bugün hala devlet dairelerinin önünden geçerken görebileceğiniz “Todo por la patria – her şey vatan için” yazısı ile hissedebilirsiniz. Kendi döneminde bastırdığı paraların üzerine de liderliğini tanrıdan aldığına dair yazılar koymuştur.

Barselona mimarlığında Türk esintileri (!)

Her ne kadar kendisinin otoriter yönetimi altında doruğa ulaşsa da İspanya’daki her ayrılık çatışmasının (ve her birleştirme kalkışmasının) esasen daha tarihî bir hikâyesi vardır. Barcelona – Real Madrid (buradaki “Real” kelimesi “gerçek” manasında değil “Kraliyet” manasında) çekişmesi de bunlardan biri. Madrid (İspanya), Barcelona (Katalonya) ve Bilbao (Bask) birbirlerinden coğrafi şartlar, hava, ekonomi ve dil olarak tamamen ayrı yerlerken bu tip bir rekabetin de açığa çıkmaması düşünülemezdi değil mi? Madrid ne kadar ülkenin ortasında her yere eşit mesafede bir birleştirme mıknatısı ise (bu durum tren hatlarında bile kendini gösterir, çoğu ana arter tren hattı Madrid bağlantılıdır), Katalan ve Bask bölgeleri de o kadar ayrılma taraftarıdır. Eh, ayrıştırma üzerinden birleştirmeyi ateşleyen Franco gibi biri için de futbol (kendi ilgilenmese de) hiçbir zaman sadece futbol olmamıştır. Bu doğal ayrışmayı Real Madrid’i destekleyerek artıran Franco, bir anlamda bu futbol takımını falanjistlerin (kelimenin kökünün nasıl Spartalılar’a bağlandığını mutlaka araştırın) ikonu haline getirdi. Öyle ki, Barcelona’nın ilk turunu 3–0 kazandığı 1943 Kraliyet Kupası yarı finallerine emniyet müdürünü gönderip Barcelona takımının kulağını çektirmekten bile geri durmamıştır (ikinci maçı Barcelona 11–1 kaybetmiş!). Bu durum bazen de Barcelona’nın Latin Amerika’dan transfer etmek istediği oyuncuları engellemek için kanun çıkartmasına kadar (!) gitmiş.

Her ne kadar bağnaz ve otoriter dönemler olsa da, birincisi Reconquista, ikincisi Franco dönemi olmak üzere iki dönem, İspanya’nın üniterleşmesinde ve ulus devlet yapılanmasında oldukça önemli dönemlerdir. Reconquista sonrası saldırganlaşan İspanyol ulus devletinin coğrafi keşiflere yönelmesi, Franco dönemi sonrası ise ekonomik atılım, demokrasi ve AB üyeliği bu konuda benzerlik teşkil eder.

Normalde yükseklik konusunda verilen ikazlar, Toledo’da dar sokaklar için verilmiş.

İtalya, Almanya, İspanya, Belçika gibi ülkeler bugün dahi bölünüp refah içerisinde yaşayabilecek bir devlet yapısındayken, sanırım bizde cumhuriyetle birlikte kurulan ve zor da olsa devam ettirilen üniter yapı pek hoşlarına gitmiyor. Kuruluşundan ilk yasaların oluşturulmasına kadar Fransa’dan örnek aldığımız cumhuriyetin 100. yılına hazırlandığımız bu dönemde belki de Fransa’da olup biten cumhuriyetin evrelerinden biri daha yolda…

Arap Hamamı’ndan Girona Katedrali’ne bir bakış

Franco’dan yaklaşık 10 sene sonra Avrupa Birliği’ne kabul edilen ve hızlı bir dönüşüme başlayan İspanya, ekonomik anlamda ise AB’den çok Akdeniz’in izlerini taşıyor. 90lar’a kadar ekonomik yapı ve temel ekonomik değerler anlamında Türkiye ile oldukça yakın seyreden İspanya, AB katılımı ile ucuz fonlara ulaşım ve ortak bilginin değerlendirilerek ekonomiye katkısı anlamında aradaki farkı giderek açtı. Yine de plansız harcamalar İspanya’yı potansiyelinin altındaki bir ekonomiye mahkûm etti. Öyle ki, AB’ye katılımından çok sonra bile hâlen AB fonlarına katkıdan çok bu fonları kullanan olarak eleştiriliyor. Avrupa’nın en uzun, dünyanın ise ikinci en uzun hızlı tren hattına sahip olsa da, ülkede birçok atıl tren istasyonu ve hattı bulunuyor ki bunların değeri milyon eurolarla ifade edilmekte. Öte yandan demokrasinin tesis edilmesi ile başlayıp AB üyeliği ile artan bir emlak balonu da yine İspanya’nın Türkiye ile benzer yanlarından. Enflasyon oranının stabil olmasına rağmen konut fiyatları, 2008’e kadar artmış fakat krizle beraber çok ciddi düşüşler meydana gelmiş. Bunda kültürel anlamda ev sahipliğinin özendirilmesi ve 50 yıllık ipotekli kredilerin de piyasada olması önemli bir etken. Şimdilerde tekrar kriz öncesi döneme dönüş olsa da İspanya’nın çeşitli yerlerindeki hayalet kasabalar ve potansiyelin altı (AB üyesi ülkelerde en yüksek boş ev oranına sahip) konut satışları ekonominin başlıca sorunlarından. İspanyol bankaları da AB’nin diğer kötü çocukları kadar olmasa da 2008 krizinde epey yaralandılar. Tabii tüm bunların doğal bir sonucu da işsizlik. 2008 krizinden önce tarihî dibini gören işsizlik gitgide kronikleşen bir sorun olarak ortaya çıkmış durumda. Ülke, işsizlik ve enflasyonun toplamından oluşan Sefalet Endeksi’nde, Yunanistan’la beraber üst sıralarda.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: