İtalya’da İzler: Roma
Muhterem Okuyucu,
Muhtemelen Türkiye ortalamasındaki bir milli eğitim kuruluşuna tabi olarak yetiştirildiniz, akranlarınızla aynı doktrinasyondan geçerek hiçbiri size ait olmayan soyut davaların yılmaz bir neferi oldunuz. Tarihi hep kazananın kaleminden okuyarak bazı kavramların sade “bize” özgü, “bizimle” anlam bulan ve “başkasında” olmayan kavramlar olduğuyla yetişip düşünce sisteminizi de buna oturttunuz. “Devlet ebed müdded” denince aklınıza “peki ya La Città Eterna?” diye sormak gelmediği gibi Roma’dan Konstantiniyye’ye geçen “Caput Mundi” sıfatından da şüpheye düşmediniz. Hesapta İslamiyet, Gök Tanrı inancına yakındı o yüzden İslam’ı seçti Türkler… Pagan dininin yılmaz savunucusu olup, İsa’ya çektirdiklerinden sonra “haddini aşarak” nefret ettiğine benzeyen Romalılar’ı da düşünmediniz. Akıllı yöneticilerin mucizeleri halkı gütmek için koruyup kolladığını bilmeden sanki sadece bizdeymişiz gibi hayret ettiniz. Öyle ya, Peygamber Mısır Çölü’nde sadece Sultan Selim’e gözükmüş! Hem laik bir yönetime sahip olmakla övündünüz, hem de bu laik yönetimlerin bekçilerinin dini kurumları nasıl teşvik ettiklerini hiçbir şekilde anlamlandıramadınız. Dinin yönetme talebini sadece İslam’la bağdaştırdınız; “İnsanlar laik olmaz devletler laik olabilir” atmasyonuyla dindarlığı su götürmez koca koca devletlülerin kardeşlerini çocuklarını nasıl boğdurduklarını da düşünmediniz, hatta sadece bize özgü sandınız. Devlet işlerindeki toleransı ve “ekmeğin yarısını çalsa bile ekmek yapmanın fırıncıya bırakılması gerektiğini” dahi anlamadınız. Tımar sisteminin belki ilk örnekleri olarak savaşta kazanılan ganimeti “devlete” bırakan Romalı askerlerden ne eksiğimiz vardı? “Diktatör”ün kökenini sadece 1940lar’a kadar sürüp aslında çok daha eski ve gerekli bir kurum olduğunu dahi öğretmediler size. Dilinden dinine, musikisinden kültürüne her şeyi toplama bilgisayar kıvamındaki nadide yurdumuzda, batının teknolojisini alırken ahlakını orada bırakmaya çalışma çabamız boşa çıkmış. Tüm bu soyutları bırakalım, Venedikli’nin caffe, Türk’ün kahve dediği ve yaklaşık aynı zamanlarda tüketmeye başladıkları içeceği dahi fark etmediniz. Tüm bunlar, uzayda trans hümanizm peşinde koşup devlet yönetimi adına binlerce yıldır yeni bir şeyler söyleyemeyen günümüzün fevkalade modern Platon-Machiavelli güdümlü devletlerinde yaşandı. Kimse size Osmanlı’nın devamı Türkiye Cumhuriyeti’nin aslında Üçüncü Roma İmparatorluğu olduğunu söylemeyecek. Bunu anlamak için bir Roma gezisi yapmak, yapmadan evvel de ilacın reçetesini okumak farz!
Dünyadaki binlerce yedi tepeli olduğu iddia edilen şehirlerin bir tanesinden Roma’ya yapılacak bir yolculuk, sanki yan köydeki bir komşuya öğleden sonra çayına gitmek kadar tanıdık gelir. Doğu başkentinden batı başkentine seyahat ederken, epi topu Yusuf Guiseppe’ye, Beyza Blanca’ya, Hülya Julia’ya, Gülizar Rosalinda’ya dönüşür. Geri kalan her şey aynı veya benzer… Barbar Yunan’da keli sırma saçlı, sıskayı adaleli, topalı maraton koşucusu şeklinde tasvir edip heykelleştirmek mümkünken Roma ekolünden ayrışmamız sanırım burada daha ayyuka çıkıyor: Roma gerçekçidir, atın önüne ot, itin önüne et koyar!

Orvieto
Göçebelikle yerleşiklik arasındaki fark, dünyevi ve uhrevi zihniyetin çatışmasını yansıtır. Dünyayı gelip geçici bir yer olarak gören bir anlayıştan, yerleşip kök salmışların sanki sonsuza kadar yaşayacakmışçasına özen göstererek kurduğu ve imar ettiği bir yerin niteliklerini taşıması beklenemez. Mevlâna Celâlettin Rumi’nin dediği gibi “gafiller olmasa dünya abat olmazdı”. Uhrevi hayatı ön planda tutarak, şehirlere kadim bir anlayıştan yoksun rant kapıları dikmek de aslında uhrevi takımın o kadar da uhrevi olmadığını, dünyeviliğin farklı evresinde olduğunu gösterir. Kurnazlıkla kısa vadeli menfaatini düşünme (şeytan) ve akıl ederek uzun vadeli yarara çalışma (Tanrı) yaklaşımları arasında, popüler sloganlara kanıp genel işleyişin MÖ 2020’de neyse MS 2020’de de benzer olduğunu unutanlardan bu farkı anlamaları beklenemez tabii ki.

Piazza Venezia
Zıddı ile barışan şeyin zıddına dönüşmesi de ilginç bir konu. Hristiyanlık dinine 313 yılında serbestlik vermesi sonucu Pagan ileri gelenler tarafından aforoz edilip şehrimize adını vermeyi tercih eden Konstantin, Hristiyanlık konusunda epey bir çalışma yapmış olsa da bir Pagan olarak öldüğü rivayet edilen kurucumuzdur. 325 yılında İznik’te topladığı konsülde, sadece Hristiyanlık dini içerisindeki çok sesliliği değil Paganları da sürece katarak birleşmenin yollarını aramıştır. Bunda ne derece başarılı olduğu tartışma konusu olsa da, Paganların tapındığı güneşin kutsal gününü Hristiyanlık’la birleştirip pazar gününü (solis) kutsal gün kabul etmelerinden bir nebze başarılı da oldukları anlaşılıyor, tıpkı bizim Şaman ve Animizm’den bazı gelenekleri İslamiyet’e iliştirmemiz gibi (burada Anadolu’da halen uygulanmakta olan ilginç Şaman & İslami uygulamalardan örnek vermek isterdim ama konumuz Roma gezisi). Keza Hz. İsa’nın doğum günü de bir Pagan dini bayramının olduğu güne denk gelmekte olup bu da Konstantin tarafından Noel olarak ilan edilmiştir. Her yılbaşında, kendi kültürümüze ait olmadığı savıyla bir kutlamanın eleştirilmesi aklıma geliyor da, acaba hangisi ne kadar “bizim” kültürümüz, ne kadar “öteki”? “İtaat eken isyan biçer”, dolayısıyla kültür doktrinasyonunun doğal bir sonucu “dejenerasyon” veya daha doğru tabirle baskın kültürün altında ezilme… Türkler İslam’a geçerken de Şaman atalardan eleştiri aldılar mı acaba?
Roma’nın zamanın şartlarında bir imparatorluktan bir cumhuriyete evrilmesinde hukukun önemi büyüktür. Bugün İngiliz kaynaklı İçtihat Hukuku gibi, Anglo-Sakson dünyanın hukuk sisteminin temelini oluşturan Roma Hukuku kavramının ilk izleri, MÖ 4. yüzyılda 12 Levha Kanunları olarak da bilinen ve temelde yerleşik Romalılar’la sonradan alınan yerlerdeki Romalılar arasındaki sınıf çatışmasını çözmeyi amaçlayan kanunlar, ortak aklın hükümdarlığının da ilk izleri olmaktadır. Her ne kadar Gustave Le Bon’a göre birden çok kişinin toplandığı yerde ortak akıldan çok ortak duygular olsa da, zamanın şartlarında toplumsal ilişkileri düzenleyen ilk yazılı metinlerden olması sebebiyle bu yasa, modern hukukun da temellerini oluşturur.

Kurucumuz Constantin (Capitolini’den)
Roma’nın dağılmasıyla oluşan İtalyan şehir devletleri, o dönemin esas zenginleri ve medeniyetin beşiğini oluşturan birikimin merkeziydi. Müslüman Araplar’ın o dönem antik ve Hint kaynaklı düşünürlerin eserlerini çevirerek günümüze kadar aktarabilmeleri, günümüze kadar akacak bir bilgi ağının ilk adımıydı. İtalyan şehir devletlerinin Akdeniz’e hâkim olarak biriktirdiği zenginlikle sanat, politika, bilim ve teknik gibi alanlarda yeni bir akım doğdu. Akdeniz’e ve buna erişimi olan devletlere hâkimiyet, Osmanlı’nın da esas düşüncesi olmuş ve bu dönem, kıyıdaş ülkelerle pek çok savaş yapılmıştır. Bunların izleri, gerek İspanya’da (Lepanto – İnebahtı), gerekse İtalya’da halen korunmaktadır. Diğer taraftan Akdeniz’de Osmanlı hâkimiyeti ve artan vergiler, Avrupa halklarını da coğrafi keşiflere yönelterek alternatif ticaret rotalarının gelişmesine katkıda bulunmuş, bu da Akdeniz’in önemini azaltırken bir anlamda Osmanlı’nın da çöküş ateşine bir odun atmıştır. 16. yüzyıl hem Akdeniz ticaretinin zirve yapıp düşüşe geçtiği, hem de Osmanlı’nın ilk toprak kayıplarına başladığı tarihtir. Çünkü değişen ticaret yapısını öngöremeyip okyanuslarda yeni oluşan İngiliz & Kıta Avrupası hükümdarlığını kıramayan Osmanlı da yavaş yavaş bitmiştir. Zamanın ruhuna uygun bir şekilde, ihtilaller çağı ve sonrasında oluşan ıslahatlar da birbiri ardına Kıta Avrupası’nda patlak verirken Osmanlı’ya da uğramıştır.
İlk paragrafta bahsettiğim üzere kahvenin İtalya’ya girişi, Osmanlı ile yaklaşık aynı zamanlardadır: Cafe Florian’ı Venedik’te gördük, Roma’da ise en eski kafe, 1760 tevellütlü Caffé Greco. İsminin küçük ipuçları verdiği gibi espresso, 1900lerin başında İtalya’da ortaya çıkmış bir kahve türüdür (Çabukluk manasındaki express değil, buhar & baskı anlamındaki press). Türkiye’de her kahvehaneye gittiğinizde iki kahve dediğinizde önünüze gelecek olan şey neyse, İtalya’da da kahve istediğinizde de önünüze espresso gelir ki, turisti mukimden ayıran yegâne tabirlerden biri de budur. İtalyan caffe içer, turist latte, macchiato ve hatta espresso! İtalyan baristalara göre, düzgün kahve beş adet M harfinin birleşiminden oluşur:
- Miscela: kahvenin harmanı;
- Macchina: kahve makinası;
- Macinino: öğütücü;
- Manutenzione, makinanın bakımı;
- Mano: baristanın yeteneği.
Her ne kadar günümüzde bilinen sıcak espresso çeşitleri, değişik miktarlarda kahve, süt, köpük ve sıcak suyun birleşiminden oluşsa da yakın zamanda İtalya’da da “buzlu, half-caf, venti, şekersiz, iki kez çekilmiş, tarçınlı soy skinny latte” tabirinin duyulmasının bir ihtiyaç olduğu düşünülerek ilk Starbucks’ın açılmasına da izin verildi(!)

Vatikan’a gidip bu fotoğrafı çekmeyenleri dövüyorlar.
Sizin aklınıza ne gelir bilmiyorum ama Roma’ya ziyaret planı yaparken gidilmesi gereken önemli yerlerden biraz bahsetmek istiyorum.
- Konstantiniyye’de 3. Yüzyılda bitirilen örneğinin orijinali olan ve MS 72 yılında yapımına başlanan Kolezyum‘da gladyatörler dövüşmekte, bilumum vahşi hayvanın da olduğu çeşitli eğlenceler (!) yapılmaktaydı. Hristiyanlık öncesi Paganizm döneminde halkın en büyük eğlencesi bu kanlı gösterilermiş. Tabii sadece gladyatör dövüşleri için değil, tiyatro, bar yeri, taş ocağı, dini kışla olarak da kullanılmış.
- Eğer romantik biriyseniz Trevi Çeşmesi‘ne (Aşk Çeşmesi) elbette uğramadan dönmek olmaz. Rivayete göre kral ve askerleri susuzluktan ölmek üzereyken şu an bulunduğu noktadaki çeşme belirmiş. Haliyle çeşmedeki suyu içerek herkes ölmekten kurulmuş. Burayı ziyaret ederseniz bir dilek tutup dileğinizin gerçekleşmesi için rüşvet babında çeşmeye bozuk para atabilirsiniz.
- Barok mimarinin baş yapıtı olarak kabul edilen Piazza Navona Meydanı’nda Dört Nehir Çeşmesi ve tam karşısında Sant’Agnese Kilisesi bulunur. Mimari yapılar sizin için önemliyse buraya bayılacaksınız!
Papalık devleti Vatikan
Vatikan’ın kökeni ta İsa’nın havarilerinden Petrus’a dayanıyor. Hıristiyanlık inancına göre Petrus, Roma İmparatoru Nero tarafından MS 64 yılındaki Büyük Roma Yangını’ndan sorumlu tutulmuş ve çarmıha gerilerek öldürülmüş. Petrus’un İsa adına kilise kurumunu başlattığı ve ilk olarak piskoposluk rolünü oynadığına ve böylece Papalık kurumunun temelini attığına inanılır.
Papalık, Orta Çağ boyunca Katolik kilisesini dinsel bakımdan yöneterek aynı zamanda ordu oluşturdu, savaş yaptı ve barış antlaşmalarını da imzaladı. 1870 yılına kadar Papalık bir devlet olarak varlığını devam ettirdi. Savoya Hanedanı’nın İtalya’yı tek bir bayrak altında toplamasının ardından Papalık işlevini kaybetti. Ardından 1929 yılında Papalık, İtalya ile Lateran Antlaşmasını imzalayarak Vatikan’ı kurdu. Vatikan şekil değiştirse de Papalık’ın bir devamı olarak bağımsız bir devlet halinde varlığını halen devam ettiriyor.

İtalya’dan olağan manzaralar
Dünyanın en küçük ülkesi Vatikan, Roma’nın içinde konumlanıyor. Roma’ya gidip de Hıristiyanlık dininin ve Katolik mezhebinin yönetim merkezi olan Vatikan’a uğramadan dönmek olmaz zaten. 1929’da bağımsızlığını alan Vatikan’da görülmesi gereken pek çok yer var. Vatikan’ın en meşhur meydanı Aziz Petrus Meydanı‘nı ziyaret ederek Aziz Petrus Bazilikası‘nı görebilirsiniz. Ayrıca Sistina Şapeli ve Vatikan Müzelerini de görmek isteyebilirsiniz.
Vatikan müzeleri çok uzun zaman boyunca papalar tarafından toplanan birçok heykel, resim ve diğer tarihi eserlerini içerisinde barındırıyor. Bu yüzden bütün eserleri görmeniz mümkün değil. En önemli bölümü Sistina Şapeli olarak geçiyor. Michelangelo tarafından yapılan Adem’in Yaratılışı sahnesini tavanda görebilirsiniz. Vatikan turunuzun sonunda, Sobieski odasında ise Viyana kapılarından çok tanıdık bir sahneyi görebilirsiniz. Vatikan ve müzelerine yaklaşık bir yarım gün ayırmak gerekiyor. Bunun dışında Roma’da Borghese ve Capitolini müzeleri de mutlaka görülmesi gereken yerlerden.
İtalyan mutfağı dediğimizde hepimizin aklına pizza ve makarna gelse de gerçek bundan biraz daha çetrefilli. İlk fark edilecek husus, her bölgenin, kentin ve hatta mahallenin kendine has bir yerel tedarikçisi. Benim gibi tedarikçileriyle uzun ömürlü ilişki kurmaktan yana olursanız size sırlarını birer birer açıklayacak kadar da içten, İtalyan şefler… Roma’da kaldığım yere yakın olan Ristorante Bella Napoli‘ restoranında ilk gece “kılçıksız balık var mı?” sorumu “siz Dubai’den mi geliyorsunuz?” cevabıyla yanıtlayan yardımsever garsonlar, ilerleyen dönemlerde kendi köylerinden tedarik ettikleri bazı tatları da bu gezentinin dikkatine sundular. Öyle ki ömrüm boyunca hep tamamının kullanılamamasıyla hüzünlendiğim enginarın tamamının Roma usulü hazırlanıp getirilmesi (carciofi) bile teselliden fazlası oldu. Ayrıca kabak çiçeği dolması da mutlaka denenmeli (fiori di zucco). Siz yine pizzanızı makarnanızı tüketin, ara sokaklarda karşılaşacağınız o basit pizza dükkanlarında bile ağzınıza attığınız dilimdeki malzemelerin teker teker tadını almak İtalya dışında yaşayanlar için pek mümkün olmayan bir ayrıcalık.
Roma İmparatorluğu ve Bizans İmparatorluğu
Roma İmparatorluğu MÖ 735 ile MS 1453 yılları arasında yaşamış İlk Çağ’ın en güçlü, en büyük imparatorluğu ve medeniyeti olması nedeniyle tarihte ayrı bir öneme sahip.
Roma İmparatorluğu ikiye ayrılarak 395 yılında Bizans İmparatorluğu kuruldu ve Konstantinopolis’i başkenti yaptı. Anadolu, Suriye ve Mısır’a kadar olan yerler hâkimiyeti altındaydı. Roma İmparatorluğu, Katolik mezhebini benimserken Bizans ise Ortodoks mezhebini seçmişti. Kilise, Bizans İmparatorluğu’nda imparatora bağlıydı. Dini liderler İmparator tarafından atanıyordu. Yani imparatorun patrik ve kilise üzerinde baskısı vardı.

Her yol Roma’ya, Roma’da her yol Vatikan’a çıkar.
İstanbul bu dönemde önemli bir kültür ve sanat merkezi olmuştu. Ayasofya, Hora Kilisesi, Yerebatan Sarnıcı, Aya İrini Kilisesi, Binbirdirek Sarnıcı, İstanbul surları ve su kemerleri bu dönemden kalma önemli eserlerdir.
Bir devletin çöküşünün dramatik bir şey olması gerekiyor, eşyanın tabiatı gereği. Hasta adam, düşüş metaforları, tapınak sütunlarını indirmeye çalışan düşmanlar, yağmalanan şehirler, aşağılanan köylüler… Bunlar tüm geçmiş imparatorlukların ve devletlerin sonunu düşününce bize anlatılan hikâyelerdir. İnsan ömrü gibi, doğuş, zirve ve son. Açıkça bu terimlerle düşünsek de düşünmesek de, hepimiz anlatı yaratıklarıyız ve hikâyeler, dünyanın anlamını kavrayışımızın temel yollarından biri. Tabii ki, böyle bir hikâyenin sonunun da biraz dram içermesini beklemek doğaldır. Gerçekte ne olduğunu ise kim bilecek? Tarih dediğimiz kayıtlar gerek yazılırken, gerek iletilirken, gerek okunurken ve gerek yorumlanırken bolca hikâyelerle süslenmiş subjektif anlatılardan oluşmaz mı ve zaman içerisinde sürekli değişmez mi? Yüzyıllar boyunca geniş bir coğrafi alana gücünü yansıtacak kadar sese sahip herhangi bir siyasi birimin derin yapısal kökleri olduğunu tahmin edebiliriz. Bu kökler kısa sürede oluşmadığı gibi kısa sürede de koparılamaz. Beka sorunu dünden bugüne oluşmadığı gibi, eğer ki bir ani travma sonucu toptan yok oluşla bitiyorsa uzun zamandır septik bir deryada yüzüldüğü kesindir. Bir yönetimin sonu; birdenbire ortaya çıkan dramatik bir sondan çok, birbirini izleyen küçük, bireysel önemsiz başarısızlıklar dizisine benzer, aynı uçak kazaları gibi. İşlevsiz bir askeri bürokrasi nedeniyle isimsiz bir kale yerine barbarların eline geçen şarap, tahıl ve yağ dolu arabalar, kitapları ısınmak için yakan yozlaşmış bir memur, vergisini ödemek yerine o yetkiliye rüşvet veren açgözlü bir aristokrat, parçalanan su kemerini tamir yerine hamamda oğlanlarla eğlenmeyi seçen bir bürokrat… Bunların hiçbiri, savaş alanı yenilgilerinin ve vahşi felaketlerin çöküşte yer almadığı anlamına gelmemeli. Tahtın arkasındaki psikopat güçler ve inanılmaz derecede beceriksiz yöneticiler üzerlerine düşeni yaptılar. Vebalar birdenbire ortaya çıktı ve milyonları öldürdü. İklim yavaş yavaş kötüleşti, daha sık kuraklıklar ve daha az yağışla kıtlık baş gösterdi. Tüm halklar özel olduklarını, geçmişleriyle gurur duyduklarını ve mevcut yöneticinin daha iyisinin bulunmadığını söyleseler de bütün bu kavramların bir sonu vardır. Günümüz idarecileri de bundan muaf değil. Devlet kavramı ise kendini sürekli güncelleyip değişen koşullara ayak uydurarak bekasını sağlama alan yegâne aktör. Bu anlamda Latin bazlı “state” kavramı yerine Arap kökenli “devlet” sözcüğü kastettiğim kurumsal yapının sürekli devinimi ve güncellenmesi açısından daha uygun. Ne var ki, devlet doktrinlerine iki bin küsur yıldır çağdaş bir yorum getiremeyip hala atalarımızın söylemleri üzerine bir şeyler yapmaya çalışmamız da kendi ayıbımız.
İtalya tarihinden iki önemli isim
1849 ile 1861 yılları arasında Sardinya Krallığı’nın başında olan II. Vittorio Emanuele, 1861 yılından ölene kadar da İtalya Krallığı’nın ilk kralıydı. 1849 yılında babasının Novara Savaşı’nda aldığı yenilginin ardından tahta çıktı. İtalya’nın birleşmesi fikrinin simgesi oldu. İtalya’nın birleşmesi için Avrupa’nın diğer ülkelerinin desteğini kazanmak amacıyla Sardinya Krallığı’nı, Rusya’ya karşı Kırım Savaşı’na soktu. İtalyan generali olan ve İtalya Devleti’nin kurulmasına öncülük eden Giuseppe Garibaldi de bu bağımsızlık savaşını destekledi. 1864 yılında da II. Vittorio Emanuele İtalya kralı ilan edildi. 1871’de de Roma’ya girerek kenti başkenti ilan etti. Giuseppe Garibaldi İtalyanlar tarafından İtalya’nın en büyük kahramanı ve yurtseverlerinden biri olarak kabul edildi. İtalya’nın birleşmesindeki en önemli kişidir.

Trevi Çeşmesi sanki geceleri daha güzel
Orta çağ esintileri: Orvieto
Orvieto, İtalya’nın Umbria bölgesinin güneybatısında yer alıyor. Roma’nın 60 kilometre kuzeyinde konumlanıyor. Büyük tüf kayalıklarının üzerinde konumlanan Orvieto, binlerce yıllık tarihi ile misafirlerine hoş geldin diyor. Torre del Moro manzaralarının keyfini çıkartırken yeraltı geçitlerinde de maceralara kucak açabilirsiniz. Orta çağ mimarisinin en etkileyici örneklerinden biri sayılan Duomo’yu (Katedral) kesinlikle ziyaret edin. Binanın tamamlanması neredeyse dört asır sürdü. Gotik tarzdaki iç bölüme hayran kalacaksınız. Etrüsk bölgeleri de kasaba, mezarlar ve nekropolis etrafındaki Etrüsk duvarlarının kalıntılarını içerir. Orvieto, ayrıca bugün dünyanın birçok ülkesinde geleneksel yaşam ve üretim biçimlerinin korunmasını hedefleyen Ciitaslow, Türkçe ismi ile Sakin Şehir, kavramının merkezi. Yan, Uluslararası Cittaslow Birliği burada.
Umbria’nın kalbi: Assisi
Umbria’nın tepe kasabası olan Assisi Perugia’ya 12 kilometre uzaklıkta konumlanır ve UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ndedir. Bu tarihi küçük kasabada bulunan S. Francesco Kilisesi, S. Pietro ve S. Rufino Katedralleri, S. Chiara Bazilikası en ünlü yapıtları arasında sayılabilir. Asırlar boyu gözde bir sanat merkezi olmuş ve ünlü birçok sanat eserine kucak açmış. Bu küçük orta çağ kentini yürüyerek rahatça dolaşabilirsiniz. Kente tepeden bakmak isterseniz ufak bir tırmanış ile Rocca Maggiore‘ye gidebilirsiniz.
Assisi aynı zamanda dondurması ile pek meşhur. Karşınıza çokça çıkan dondurma dükkânlarının birinde şansınızı deneyebilirsiniz.

Assisi’de Aziz Francis Kilisesi