Türkiye Ekonomisi Üzerine Çözümlemeler – 2
Daha önceki yazımda, Türkiye Ekonomisi ile ilgili niceliksel sorunlara değinmiştim. Bu yazımda ise ekonominin daha çok “mali olmayan” parametrelerini incelemek istiyorum.
Ekonominin yıllardan beri süren sorunları, aslında yine yıllardan beri süren bir statükonun ve pragmatizmin de doğal bir sonucudur. Hepimiz ilkokul ve ortaokul çağlarında beynimize kazınan “Almanya yenilince biz de yenilmiş sayıldık”, “Türkiye kendi kendine yetebilen bir ülkedir” vs. gibi kavramlarla ve çevremizin düşmanlarla dolu olduğuna dair algılarla yetiştirildik. Öğretmen, okul müdürü, ve büyüklerimiz her zaman haklıydı, “Allah devlete zeval vermesin”di, şeriatın kestiği parmak acımazdı. Bütün bu kalıplar dâhilinde hiçbirimiz, bu savlara konu olan erkin neden erk olduğunu sorgulama zahmetine bile katlanmadık, çünkü böyle yetiştirildik. Eh, biraz mürekkep yalayınca ve hayatla ilgili deneyimlerimiz artınca (ki deneyim kavramının da olumsuzluğa işaret ettiğini tahmin edersiniz, iyi deneyim diye bir şey var mıdır acaba?) ve hayatı sorgulamaya başlayınca aslında durumun bize anlatıldığı gibi olmadığını anladık. Bunun doğal bir sonucu olarak da Osmanlı’nın son dönemlerinde devleti kaçınılmaz sondan kurtarmak amacıyla “pan” la başlayan geçici siyasi akımlara sarılınması gibi, sabit ve üzerinde dikkatle düşünülmüş bir politikanın yokluğunda, düğün evinin tefçisi ölü evinin yasçısı misali konjonktürel dinamiklerin peşinden koştuk. Bir taraftan para kazanmayı, servet edinmeyi aşağılık bir işmiş gibi gören ulvi düşünceler, bir taraftan ulvi düşüncelerle taban tabana zıt pragmatik bir para kazanma hırsı… Kıymeti kendinden menkul her türlü girişimin ortak noktası, kimsenin çalışarak ve üreterek para kazanmanın ayıp olmadığını bize anlatmayışı…
Türkiye Ekonomisi ile ilgili niteliksel sorunların başındaki durum da bu yerleşmiş düşünce yapısından kaynaklanıyor. Eğer bir kavramı sorgulayamayacak kadar benimsemişsek bu konuda var olan gerçekliğe muhalif herhangi bir yeniliği/gelişmeyi nasıl benimseyebiliriz? Bilimsel ilerlemenin temeli sürekli sorgulama ve var olanı yanlışlamaya dayanıyorsa, bizim çocukluktan gelen alışkanlıklarımızı nasıl değiştirebiliriz? Bu sorulara vereceğimiz cevaplara göre, 30 yıl sonra dolar kurunun kaç para olacağından İstanbul – Sivas Suşehri arasındaki bir trene ne kadar vereceğimize kadar birçok ekonomik değer taşıyan bilgiye de ulaşabiliriz.
1978’de dünyanın en fakir ülkeleri arasında gösterilen Çin, bu yazının hazırlanış tarihi itibariyle satın alma paritesi bakımından dünyanın en büyük ekonomisi olmuştur. Takdir edersiniz ki böyle bir durumun kendiliğinden oluşması veya sadece dünyanın diğer ülkelerindeki konjonktüre göre meydana gelmesi mümkün değildir. Bunun temelinde ekonomik serbestiye geçiş, “tersine mühendislik” uygulamaları ile teknoloji üretebilen bir ülke olma ve batıya eğitim için gönderilen yeni neslin oradaki en güncel bilimle donatılıp kendi ülkelerinde bunu uygulaması başlıca etkenler arasında sayılabilir. Fakat her halükarda Amerika Birleşik Devletleri’nin teknoloji üreten ve ihraç eden konumu daha uzunca bir süre değişmeyecektir, çünkü düşünce ve fikir özgürlüğü ile kişisel özgürlüklerin güvence altına alınması, bu tip bilimsel araştırmaların temelini oluşturmaktadır.
Kalkınma konusunda çabalayan bir ekonomi için en güzel ev ödevleri, uluslararası bağımsız kuruluşların yayınladığı karşılaştırma raporlarıdır. Hiçbir şey bilmesek ve uzun vadeli politika üretemiyor olsak bile bu kuruluşların raporlarından çok önemli bilgiler edinip kendimize hedefler koyabiliriz. Genel bir politika kapsamına almadan dahi sadece bu listelerde hep daha iyisini hedefleyerek işe koyulmak gerek ekonomik gerek sosyal alanda kalkınmışlığı sağlayacaktır.
Dünya Bankası’nın, OECD’nin ve benzeri diğer örgütlerin karşılaştırma raporlarında Türkiye genelde vasatı aşamayan, hatta bazılarında dünyanın en az gelişmiş ülkeleriyle birlikte adı anılan bir ülke olup çıkmıştır. Bize özgü bu durumun yine bize özgü nedenlerinden birini, aşağı yukarı 100 yıldan bu yana herhangi bir savaş veya benzeri toplumsal yıkıma uğramamakta görüyorum. İnsanların doğal “hayatta kalma” dürtüsünü tetikleyerek, aynı amaç etrafında birleşmeyi sağlayamayan bu tip bir felaket oluşmayınca toplumda oluşan atalet de kolaylıkla üstesinden gelinemeyecek bir hal alıyor. Elbette sadece böyle bir “takım ruhu” oluşturmak için savaşa girmek de son derece mantıksız bir yaklaşım (ki bunu anlayan makul toplumlar da birbirleriyle olan savaşlarını kalem, kağıt ve bilimle yapıyor). Bu durumda en iyisi kendimize bazı örnekler bularak bunları “taklit etmek”. Bugün Uzak Doğu’nun çoğu büyük ekonomisi en iyi örnekleri taklit ederek bu hale gelmişlerdir. Taklitle başlayan bir modelin en önemli sonucu, insanların o modeldeki üretimi geliştirebileceklerine dair inançlarını kuvvetlendirmesi ve tabiri caizse beyinlerini bu yönde yoğurmaya başlamasıdır. Bu şekilde kuşaklar arası kopuş minimuma indirgenmekte ve Amerika’yı yeniden keşfetmeye lüzum olmadan sonraki kuşakların daha nitelikli ve özgün modellerle kalkınmaya destek olabilmeleri sağlanabilmektedir.
Özellikle doğrudan yabancı yatırım çekmekte sorun yaşayan Türkiye’nin aşağıda maddeler halinde sayılan kronik sıkıntıları nedeniyle yatırımcıya güven vermemesi ve son derece spekülatif sıcak para destinasyonu olması bize geçmişte ekonomik krizler olarak geri dönmüştür. Eğitim altyapısının hala çağdaş örnekleriyle kıyas edilemediği, hukuksal etkinliğin sağlanamadığı, ifade ve basın özgürlüğünün sınırlandığı, eşitliğin ve uzlaşma kültürünün son derece zayıf olduğu ve denetim fonksiyonlarının giderek zayıfladığı bir ülkedeki yatırım ortamının yatırımcılara ne mesaj verdiğini varın siz hesaplayın.
Her ne kadar bizde her türlü sorunun temel kaynağı eğitim olarak görülse de ben buna katılmıyorum. Eğitimin yanında insanca bir hayat standardını da devam ettirecek bir gelirin de sorunların üstesinden gelirken göz ardı edilmemesi gerekir. Uygun iş olanakları ve gelir düzeyi yaratamayan bir ekonomideki eğitilmiş bireyler sonunda mutlaka başka memleketlere göçerek başka işler yapmanın yolunu arayacaklardır. Bu konuda özellikle 90lar’da Sovyetler’in çökmesiyle Doğu Bloku ülkelerinden ülkemize gelerek çeşitli iş kollarında (!) faaliyet gösteren çoğu doktor, mühendis vs olan Doğu Bloku kadınları ve şu an bulunduğum Dubai’de kendi ülkelerinde yeterli iş alanı olmamasıyla Dubai’ye gelip burada temizlik, güvenlik, bakıcılık vs gibi eğitim aldıkları alanla alakası olmayan işler yapan üniversite mezunu Kıta Altı Asya halklarını örnek gösterebilirim. Birincisi yetişmiş insan kaynağınızı kullanamıyorsunuz, ikincisi bu kaynağı yurt dışına gönderip başka ülkelerin hizmetine sokuyorsunuz, üçüncüsü insanları ailelerinden uzakta değişik iş kollarında çalışmaya gönderip bazen yasa dışı faaliyetlere de eleman yetiştiriyorsunuz. Ne acı…
Politika kavramı bizde her ne kadar yanlış örneklerle beraber yanlış anlamlar kazanarak ön yargılara kurban gitse de aslında politika, bir amaca ulaşmak için yazılan kural, prensip ve planlar bütünü olarak tanımlanır. Bu anlamda hükümetler ve iktidarlar değişse de aslında bir devletin bir konudaki politikası çok az değişir. Çünkü bir devletin yönetiminden sorumlu olduğu toprak parçasının politikaları birbirine bağlıdır, bir tanesinde yapılacak değişiklik diğerlerini de etkiler. Örneğin bir ülkede her sene emekli olacak ziraat mühendisi sayısı belli olmalıdır, bunların yerine konacak kıdemli ziraat mühendisleri, yeni iş alanlarını destekleyecek fakülte mezunu gençler, bu gençlerin okuduğu üniversitelerin kapasitesi ve imkânları, bu gençlerin yerleştirileceği tarım ve hayvancılık alanları, bu alanların kapasitesi, nüfusun artış hızları, büyükbaş hayvan sayısının bu nüfusu beslemesi, büyükbaş hayvan yetiştiriciliği yaparken kullanılan su ve o ülkede bu suyun temini ile komşu devletlerle oluşabilecek ihtilaflar, büyükbaş hayvancılığın nüfusu besleyemediği durumda nereden nasıl ithalat yapılacağı ve bu ithalatın dolar kuruna etkileri…. Daha saymama gerek var mı?
Yüksek kademe politikalar önemli olduğu kadar tehlikelidir de, bireysel hırslara kurban gitmesi durumunda domino etkisiyle diğer politikaları da olumsuz yönde etkileyecektir. Şimdi size on puanlık bir mantık sorusu: Bir sene önceki kıyafet serbestisini ertesi sene kaldıran; haftalık ders saatini bir sene 37 saat yapıp sonra bunu 35’e indiren; 4+4+4 sistemi ile 55 bin civarında sınıf öğretmenini bir günde başka branşa geçiren ve sonraki sene bunu iptal eden; 718 öğrencinin SBS puanlarında yapılan hatanın düzeltilemeyeceğini iletip sonra mahkeme kararıyla bu düzeltmeyi yapan; ortaöğretim sınavlarını sürekli değiştiren bir eğitim politikasının eseri bir nüfusla yetişmiş bir toplumun ekonomisinde 2023 yılında yüksek teknoloji ürünlerin ihraç kalemleri arasındaki ağırlığı ne olur (bir ipucu: 2013 itibariyle bu oran %3.7)?
İzciyken bize hemen her konuda eğitimler verilirdi. Mesela doğada kaybolduğumuzda yapacağımız ilk şey durmak ve düşünmekti. Öyle ya, var olan mevcut bir durum kötüyse (kaybolmak), onu daha da kötüleştirecek durumlardan (nereye gideceğini bilmeksizin hareket etmek) uzak durmak şimdilik en iyi seçenekti. Bu bağlamda öncelikle nerede ne yaptığımızın ve ne durumda olduğumuzun objektif olarak belirlenmesi gerekiyor. Bu değerlendirme sırasındaysa, mevcut sistemde aciliyet teşekkül etmeyen herhangi bir değişiklik yapmamak temel ilke olmalı. Son 15 yılda üniversitelere giriş ve liselere giriş sisteminin ne şekilde ve kaç kere değiştirildiğini düşünürseniz eminim buna hak vereceksiniz. Genel olarak yüksek kademelerde, sivil toplum kuruluşlarının da katılımıyla oluşturulan politikaların (eğitim politikası, sağlık politikası, ekonomi politikası vs) ciddiyetle uygulanması ve takip edilmesi, eminim bugüne kadar kalkınma adına yapılmış en önemli hamle olacak ve benim 33 yaşına kadar şahit olduğum çeşitli kalkışmalardan da (Beş Yıllık Kalkınma Planları, Orta Vadeli Mali Planlar, acı reçeteler vs) çok çok daha etkili olacaktır.
Aşağıda çeşitli uluslararası kurumların yayınladığı raporlardan bir özet, kısaca raporun ne dediği, bizimle ilgili görüşleri ve benim de neler yapılabileceğine ilişkin görüşlerim bulunmaktadır. Devlet yönetimi şirket yönetiminden pek tabii ki farklıdır, normal hayatta canınızı çok sıkmayacak siyasi dengeler, istihbarat faaliyetleri ve güvenlik gibi hususlar devlet boyutunda çok daha farklı bir boyut edinebilir. Dolayısıyla yorumlarım da bu gerçek ışığında incelenmelidir.
1. OECD’nin periyodik olarak yayınladığı Better Life Index’e baktığımızda durumun genel olarak bizim açımızdan pek de iç açıcı olmadığını görüyoruz. Eğitim, sağlık, yaşam standartları vs. gibi birçok değişkeni göz önünde bulundurursak Türkiye OECD ülkeleri arasında en kötü skorlara sahip.
Burada dikkat etmemiz gereken bir nokta da “sürekli gelişim” tabirinin yanıltıcı sonuçları… Bütün bu kriterlerde Türkiye mutlaka gelişim sağlıyor, mutlaka bir kalkınma söz konusu (en azından hepsi olmasa da çoğunda diyelim!). Fakat sorun şu ki modern dünya çok daha ileriye giderken Türkiye’nin bırakın muasır medeniyetler seviyesine erişebilmesini, kendi potansiyelini dahi değerlendirememesi, bu konudaki başarısız politikaların bir eseridir. Hiç kimse Türkiye gayri safi milli hasılasının, kişi başı gelirinin veya eğitim süresinin artması ile kendisini kandırmamalıdır. Durum sadece ülkenin kendi potansiyeline doğru yol almasından başka bir şey değildir. Bir başka yazımda da belirttiğim gibi, Kuzey Kore tarafından tek bir şehre hapsedilmişken buradan başlayan bir harekatla toprağını geri alan ve savaş sonrasındaki atılımlarıyla geriden gelerek Türkiye’nin çok çok önüne geçen Güney Kore benzeri bir örnek varken mevcut durumun tatmin edici olduğundan söz edemeyiz.
2. Eğitim: Yine OECD’nin Education at a Glance 2014 Raporu’na göre Türkiye, eğitim açısından OECD ortalamasının son derece altında kalıyor. Günümüzde ülkelerin yeni bir kalkınmışlık parametresi olarak “bilgi”yi göz önüne almalarının ardından rapor da ülkelerin fen, mühendislik ve matematik gibi alanlardaki eğitim hayatlarını karşılaştırıyor.
Bu rapora göre Türkiye’de ilkokuldaki bir öğrencinin yıllık aldığı ders saati 720 (OECD: 820), ilkokulun toplamında aldığı ders saati 2.880 (OECD: 4.553). Bir zamanlar kamuoyunun üzerinde epey yazıp çizdiği PISA testlerinde ise Türkiye vasatı dahi bulamıyor. 720 saatlik ders yüküne karşılık matematik PISA test ortalaması 448. Öte yandan bu rakam Kore’de 648 saatlik ders yüküne karşılık 554, Finlandiya’da 661 saatlik ders yüküne karşılık 519. Matematikteki bu durum, fen ve okuma konularında da aynı şekilde; yani Türkiye eğitim açısından OECD ülkeleri arasında en kötü durumdaki ülkelerden biri.
Öte yandan farklı bir bakış açısı ile durum aslında o kadar da kötü değil, sorun sadece “potansiyelin” değerlendirilememesi. Dünya Bankası’nın hazırladığı özel bir raporda ekonomik kalkınma ve gelir durumuna göre Türkiye’nin PISA ortalamasının aslında beklenenden daha iyi olduğu ve Singapur’la Kore’nin ardından dünyada üçüncü sıraya yerleştiği de yine bu raporda belirtilmiş.
3. Piyasa Koşulları: Dünya Ekonomik Forumu (WEF) tarafından yayınlanan Küresel Rekabet Gücü Raporu sonuçlarına göre Türkiye 144 ülke arasında 45. sırada bulunuyor. 2013 yılıyla karşılaştırdığımızda, kurumsal yapı, sağlık ve ilköğretim, işgücü piyasaları, inovasyon ve mali piyasaların gelişmişliği hususlarında gerileme olmasına rağmen yüksek öğretim ve işbaşında eğitim ve makroekonomik ortam konularında ise ilerleme var.
4. Demokrasi: Ekonomi – kalkınma vs ile demokrasi ilişkisi esasen tartışmalı bir konu. Günümüzde demokratik yönetimi benimsemeyen ülkelerin de kalkınma konusunda epey yol aldıkları bir gerçek. Yönetim biçimi ile kalkınma arasında kurulabilecek tek bağıntı belki yönetim biçiminin gerektirdiği koşullara uygun bir yönetim olup olmadığı ve bu durumun uygulanıp uygulanmadığı… Demokratik bir yönetimden bahsederken uygulamalar bunun tam tersi ise dış dünyaya verilen mesaj teori ve pratikte farklı yönetim biçimlerinin olduğudur. Bunun da o ülkeyle ilgili ne kadar güven verici bir kriter olduğunu sizin takdirinize bırakıyorum.
Demokrasi, özgürlük ve basın özgürlüğü konusunda hazırlanan periyodik raporlardan, Freedom House’ın 2014 raporuna göre Türkiye özgür olmayan bir ülke konumunda. Yine Heritage Foundation’ın 2014 ekonomik özgürlük raporuna göre Türkiye orta derecede özgür bir ülke olarak gösterilirken Reporters Without Borders’ın 2014 basın özgürlüğü raporunda Türkiye’de özgür olmayan bir basın olduğundan söz ediliyor.
5. Hukuk: Hiç kimse, sonunda kaybedeceği kesin olan bir karşılaşmada top oynamak istemez. Keza hiçbir yatırımcı da yaptığı yatırımın bir gün bağımsız olmayan kuruluşlarca elinden alınma tehlikesi olan bir yere yatırım yapmaz. Gerek kişisel hak ve özgürlüklerin, gerekse ekonomik faaliyetlerin bağımsız bir yargı tarafından değerlendirilmesi son derece önemlidir. Bu durum bizim de üyesi bulunduğumuz Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. Maddesi’nde “ Herkes, gerek medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili nizalar, gerek cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, kanunla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini istemek hakkına sahiptir…” şeklinde belirtilir. Yine Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinin (94)12 Sayılı kararında hakimlerin bağımsızlığı ve rollerine ilişkin tavsiyeler belirtilmiştir. Bunların dışında İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde ve Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nca kabul edilen Yargı Bağımsızlığı Temel İlkeleri’nde de (1985) bağımsızlığın, düzgün işleyen bir adalet sisteminde olmazsa olmaz bir temel olduğunun altı çizilmektedir.
Yolsuzluk araştırmalarıyla ünlü Transparency International’ın 2013 yılı itibariyle en son raporuna göre katılımcıların %43’ü Türkiye’de adalet sisteminin yozlaşmış olduğuna inanmakta ve adalet sisteminden hizmet alanların %13’ü ise bir şekilde rüşvet çarkına girdiklerini belirtmektedirler. Keza Avrupa Birliği ilerleme raporunda da belirtildiği üzere Yolsuzlukla Mücadele Eden Devletler Birliği’nin (GRECO) değerlendirmesinde Türkiye’deki yargı bağımsızlığına devletin müdahalesi eleştirilmiş, her ne kadar 2010 yılında değiştirilen anayasal paketle mevzuat açısından yeterlik sağlanmışsa da gözetim sisteminde halen devletin yer aldığı bir Yüksek Kurul’un görevlerini etkin bir şekilde ifa edemeyeceği belirtilmiştir. Uluslararası mevzuatın yanında son dönemlerde yargının önce ak dediğine değişen konjonktürde sonra kara demesi de yargının bağımsızlığı üzerinde olumsuz bir izlenim bırakmaktadır.
Esasen bu yazıları ve istatistikleri yazdıktan sonra her konu altına ne yapılması gerektiği hususunda da detaylı analizler yazmıştım. Fakat reçetelerin doktorlar tarafından hazırlanması gerektiğini düşündüğümden bunları sildim. Kabaca, her bir konu ile ilgili şu temel ilkelerle eminim epey bir sorunun üstesinden gelebiliriz:
1. Bağımsızlık ve bağımsız gözetim sistemleri hemen her türlü durumda objektif bir değerlendirme sağlar. Kamu gözetiminde bağımsızlık artırılmalı, özellikle Merkez Bankası, SPK, BDDK, Sayıştay gibi kurumların bağımsızlığı kesinlikle zedelenmemelidir;
2. Eğitim konusunda bugün yaptığımız yatırımların en erken dönüşü 10-15 yıl sonrasında olduğu için bu konu hassasiyetle takip edilmeli, akademik bakış açısının ve sabır isteyen AR-GE faaliyetlerinin geliştirilmesi için mutlaka her sene ciddi oranda akademisyen yurt dışına gönderilmeli ve tersine beyin göçü özendirilmelidir;
3. Ekonomik faaliyetlerde çeşitlilik, sektörel/ulusal/uluslararası risklerin önlenmesi açısından son derece önemlidir. Fakat bu durum en iyi yaptığımız işlere odaklanmamız ve uzmanlaşma ile verimliliği sağlamamıza engel değildir. Dünya üzerindeki domateslerin dörtte biri, biberlerin ise üçte birini sağlayan Hollanda çok küçük bir kara parçasında verimli tarım modelleri uygulayabiliyorken tarım toplumundan sanayi toplumuna geçmeye çalışan ülkemizde (ülkede sanayi oldukça az olmasına rağmen!) neden bunu başaramadığımız hep ilgimi çekmiştir. Verimli topraklar ve geçmişten gelen bir bilgi birikimi varken tarımı sanayiden sonra ele almak anlaşılır gibi değildir;
4. Medyanın bağımsızlığı mutlaka tesis edilmeli, büyük sermaye sahiplerinin medya hâkimiyeti yerine özgür basın teşvik edilmelidir;
5. Bireysel anlamda tasarrufun teşvik edildiği gibi kurumsal bazda da tasarruf teşvik edilmelidir. Kurumsal yönetim açısından bakılırsa bir şirketin tepesindekiler ne yaparsa hiyerarşik olarak altlarında çalışan kişilere de buna ilişkin mesaj verirler. Bir ülkeyi de büyük bir şirket olarak düşünürsek, bireyleri tasarrufa yönlendirmeye çalışırken tüm devlet erkanının ithal makam araçlarına binmeleri ve bunları sıklıkla yenilemeleri, tabana “aslında size söylediklerime ben kendim dahi inanmıyorum” mesajı verir, tutarlılık olmazsa sonuç da beklenmez. Keza Devlet Varlık Fonu (Sovereign Wealth Fund) kurulup makul yatırımlar ve muhafazakar bir risk anlayışı ile bu fon büyütülürse hem kriz zamanlarında sıkıntılı borçlanmalar yapılmaz, hem de sığ bir piyasa olduğumuzdan yabancı fonların piyasalar üzerindeki etkisi azaltılır.
6. İstanbul bazlı ekonominin tüm ülkeye yayılması gerekmektedir. Bu hem risk yönetimi hem de kalkınmanın yayılması açısından son derece önemlidir çünkü İstanbul’u etkileyecek bir felaketin boyutu sadece ekonomik değil aynı zamanda ulusal ve siyasaldır da… Ayrıca 81 vilayetin sadece birkaçında ekonominin gelişmesi, diğer yerlerden de göçe sebep olarak nüfus yapısını değiştirmekte, sonuçta hem göç veren ve göç alan yerlerdeki yaşam standardı değişerek ekonomik ve sosyal yapıyı etkilemektedir.
Yukarıda sayılanlar bugünden yarına değiştirilebilecek şeyler olmadığından konu üzerinde ince düşünüp sık dokuyarak bir politika kapsamında çalışmalara hemen başlanmalıdır. Örneğin eğitim politikası üzerinde yapacağınız değişikliğin meyveleri en az 15-20 sene sonra toplanabileceğinden hata yapma lüksümüz bulunmamaktadır.