İtalya’da İzler: Roma’nın Kuzeyi 1


Daha çocukluğumdan başlayarak yatırım kavramının içerisinde yoğruldum. Kapalıçarşı’da atölyeler ve sarraflar arası çalışan ve umarsızca ıslık çalarak cebinde birkaç kilo altın taşıyan çocuklardandım. Mark ve florinin tedavülde olduğu, insanların söze güvenerek tomarla para ve altın alışverişi yaptığı ve her şeyin daha basit olduğu zamanlardı. Pratik deneyimin yanına teorik bilgi de gelmeye başlayınca dünyam değişti, Matrix’teki Neo’nun her şeyi sayısal algılaması gibi çevremde olup bitenleri yatırım gözüyle incelemeye başladım. Kendi gözümle görene kadar ise İtalya’nın neden bu kadar popüler olduğunu anlamamıştım. Şehirleri dünyada en çok turist çeken yerlerden olan bu ülkeyi ziyaret edince bunun nedenini anladım: Dünyanın en çok sömürülen kavramı din ve aşk… İkisinin de membası İtalya…

Ponte Pietro’dan Adige Nehri ve Verona

Sadece bu iki soyut kavramla değil, biz bankerler için de her şey İtalya’da başladı. Dünyanın en büyük bankası (!) ve ilk bankasının yer aldığı ülkenin resmi dili, çoğu bankacılık teriminin de kaynağı… Yolculuk için yaptığım çalışmada, kendi çocukluğuma ait yukarıdaki anıların bir zamanlar İtalya’da da yaşandığını ve bir mesleğin doğduğunu bu vesileyle öğrendim.

Günümüz İtalyası, yurttaşlarına sadece finansla değil daha birçok alanda da uygun bir yaşam imkânı kurabilmiş. Bunlardan en önde geleni pek tabii ki turizm. Bizim ülkemiz, nasıl topraktan para kazanmayı kendine âdet edinmişse İtalya da havadan para kazanmayı bilmiş. Geçmişten günümüze kültürel mirasını koruyarak (belki en doğrusunu yaparak üzerine bir şey eklemeden ve fonksiyonellik anlamında kaliteyi de pek umursamadan) olduğu gibi sunup, var olan potansiyelden de şımararak iyi bir gelir elde etmeyi başarmış. Eskiden kalma ticaret alışkanlığı, kuzey bölgelerinde (Lombardiya, Emilia-Romagna ve Veneto’dan müteşekkil) kendini biraz daha sanayiye dönüştürebilmiş ve ülkeyi sırtlamış.

İtalya’nın (özellikle Venedik ve Floransa gibi şehirlerinin) turiste doyduğu ve yerel esnafın turiste karşı hoşgörülü olmadığı çeşitli yerlerde söylenir. Fakat buna ilişkin herhangi bir deneyimim olmadı. Kim bilir, belki bu biraz da iddia sahiplerinin kendi tutumlarına bağlıdır…

Como Gölü

Hayatın “güzel” akması, İtalya’yı ziyaret edenlerin dikkatini çekecek bir konudur. Türkiye’deki gibi estetikten yoksun, soğuk yapılar yerine Avrupa, tarihî yapısını günümüze kadar korurken aynı zamanda estetik algısını da geliştirerek devam ettirmeyi başarabilmiş. Haliyle şehirlerin havası ve dokusu bile yediğiniz yemeğin tadını güzelleştiriyor. Peki güzellik nasıl başlamış? Mağarada yaşayan insanların dahi sanatla bir şekilde ilgilendiği gibi bir gerçek dururken günümüzde inşa edilen şehirler neden bunu dikkate almıyor? Estetik ve fonksiyonellik arasında yapılan seçimler her zaman fonksiyonellikten yana kullanılıp modern hayatlar adı altında görsel basında pazarlanıyor. Bu bile yüksek yüksek kulelerin dibindeki sevgisizlik ve nefreti kapatamıyor.

Her şehirde bir tane bulunan “Duomo”nun Milano versiyonu

Avrupa’nın mevcut altyapısını ve zenginliğini sömürgelerinden elde ettiği bilinse de, elde edilen zenginliğin makul bir şekilde değerlendirilmesi de yine Avrupa’ya özgü olmuş. Zamanında bir toplumdaki bütün sınıflar, bir şekilde sanata, güzelliğe ve zarafete angaje olmuşken oluşan sinerji ile meydana getirilen şehirler bugün hâlâ  ayakta. Peki şehir bu kadar güzel olup da içinde yaşayanlar, hayatlar, yemekler ve muhabbetler güzel olmaz mıydı? Rönesans çok mu mucizevi bir dönemdi? Hayır, bilakis o dönemin en normal düşüncesiydi. İnsanların yaptıkları, düşündükleri, hissettikleri her şey bulaşıcıdır. Güzellik de bu şekilde bulaşa bulaşa koskoca kıtanın çehresini değiştirdi, günümüze kadar geldi. Floransa’nın yüzyıllarca dayanmış kaldırım taşlarından kareli masa örtülerinin serildiği basit trattorialara, Milano’da defileden çıkmış gibi işe giden insanlardan küçük bir kasabada “buyrun bir kahve içelim” diyen Guiseppe amcaya kadar tüm bu güzellik, aslında yüzyıllardır süregelen o “güzellik” anlayışının bir tezahürü. Bu konuda daha fazla okumak isteyen, Mesnevi’deki mayıs böceğinin hikâyesine bakabilir.

Bergamo’da Citta Alta’dan Citta Bassa’ya

Yine de her şeyin değişmesine gerek var mı? Mesela Türkiye’de mahalle aralarında koşup oynayan çocuklarken ne ara bir arabanın zor geçtiği sokaklara otoparklı güvenlikli 9-10 katlı apartmanlar diktik? “Kentsel dönüşüm“ adı altında kenti dönüştürürken aslında mevcut çirkinliği, estetikten uzak fırsatçılığı ve batının ihtiyacı olan (!) zengin mi zengin (!!) maneviyatımızı ne de güzel halının altına attık değil mi? Eskiyen ve eskide kalan avlulu evleri siz de özlediyseniz İtalya’daki günlerinizi alışıldık gezi rotalarından biraz çıkartıp sokaklarında kaybolacak şekilde değerlendirin. Ortasında avlunun olduğu bir apartmana, çocuk seslerini takip ederek girip bakın. Korkmayın kimse bir şey demez, hatta eve de buyur ederler. İtalya’da komşuluk hâlâ  yoğun, bunun bir adım ötesi hemşehricilik ise adı konulmamış bir sözleşme. İngilizce’de “citizen”, İtalyanca’da “il cittadino” olarak adlandırılan “hemşehri” kavramı bizde daha çok “vatandaş” kavramıyla ilişkilendirilmiş. Eh, İtalyanlar gibi şehir devleti kökenli değil de ulus devlet kökenli olduğumuza sayalım. Öte yandan bu küçük yönetimsel farklılıklar, günümüzde hâlâ  etkisini koruyor; özellikle yemek konusunda. Yöreden yöreye ziyaretlerimde en dikkat çekici şey zeytinyağının tadındaki bariz farklılıktı. Her yörenin kendine has bir mutfak anlayışı (Türkiye’deki kadar zengin olmasa da) mevcut ise de ortak değer zeytinyağı vasıtasıyla yaptığım karşılaştırmanın sonucunda, yerel lokantaların ulusal markalar yerine mümkün olduğunca o yörede yetiştirilen ürünlerle üretim yapmaya çalıştıklarını öğrendim. Bu durum da tatlara direkt etki ediyor.

Monterosso Al Mare. Akdeniz’den daha güzel bir deniz var mı dünyada?

Hazır yemekten konu açılmışken, İtalya deyince aklınıza sadece makarna ve pizza geliyorsa geziden önce ufak bir araştırma yapmakta fayda var. Gerek herkesin bildiği lezzetlerin yöresel dokunuşlarla farklılaştırılması, gerekse diğer yörelerde yetiştirilmeyen kendine özgü tatlar (mesela kuzeydeki dağlık alanlara gidildikçe av hayvanlarının yaygınlaşması) İtalya’yı lezzetler açısından da ziyaret edilmesi gereken ülkeler arasına taşıyor. Her ne kadar hızlı ve karbonhidrat dolu biri kahvaltıyı (bunun nedenini bol yokuşlu İtalyan köylerine çıkmaya teşebbüs edince anlıyor insan) tercih etseler de diğer öğünler İtalyanlar için bir yemekten öte hayattan çalınan kısa zamanlarla eş değer…

Porta Sempione, Milano

İtalyanlar’ın ve Türkler’in birbirine benzediğini ara sıra duyarız. Peki, gerçekten böyle mi? Merak eden bilim insanları, İtalya’nın kuzeyinde (Etürya’da) MÖ 200 yıllarında yaşamış Etrüskler halkını incelemişler. İtalya’da 2004 yılında yapılan bir çalışmaya göre, Etrüskler’in genetik yapısının bir İtalyan’dan daha çok Batı Anadolu ve Truva bölgesine benzediği ortaya çıkmış.

Roma uygarlığı başlamadan yüzyıllar önce var olan Etrüskler kendi adlarını Rassena (kurt soyu – asena) olarak kullanıyorlardı. İtalyotlar ise onları Tir-hen ve E-trüsk gibi isimlerle tanıyorlardı. Başlarında Tarquin veya Tarquan şeklinde söylenen bir kral sülalesi vardı. Bunların iki prensi, Romul (Romulus) ve Rem (Remus) kaçırılıp, Tiber Nehri’ne salıverildi. Bir dişi kurt bu iki kardeşi emzirerek ölümden kurtardı (kurt sütü içerek iyileşen Bulca Han’ı hatırladınız mı?). Bir çiftçi tarafından büyütülen bu ikizler daha sonra tahttaki hakları için ayaklanarak Roma şehrini kurdular.

Val di Fassa

Yine Etrüskler’deki dinî hayat da İslamiyet öncesi Türkler’le benzerlik göstermektedir. Etrüskler’in en ulu tanrısı Tinia’dır. Kelime kökeni Tin’dir. Sümerce’de ve Doğu Türkçe’de tin, ruh demektir. İslamiyet öncesi Türkler’in tanrısının eski söylenişi de Tingiz, Tengir, Tengri şeklindedir.

Etrüskler’in Ural Altay Dil Ailesi’ne mensup olduğunu gösteren, kökenleriyle ilgili de şöyle üç teori var:

  1. Etrüskler Batı Anadolu’daki Lidya ve Likya kaynaklıdır. Buradaki kavimlerin “Turska” koluna mensup olup MÖ 1000 yıllarında, deniz yoluyla gelip İtalya’ya yerleşmişlerdir.
  2. Etrüskler Balkanlar ve Alpler yoluyla İtalya’ya kuzeyden girmiş ve Etürya’ya yerleşmişlerdir.
  3. Etrüskler en eski çağlardan beri İtalya’da yaşayan bir kavimdirler. Daha sonra İtalya’ya giren Hint-Avrupalı İtalyotlar’la karışıp tarihî Romalılar’ı oluşturmuşlardır.

Bergamo St. Maria Maggiore Kilisesi’ndeki güneş saati

İtalya gibi haritada parmağınızı tesadüfen koyacağınız herhangi bir köyü dahi ziyarete değer bir ülke kısa zamanda gezilemez. Bu anlamda toplam beş haftalık rotanın ilk iki haftasını Roma’nın kuzeyine ayırdım. Milano’da altı gün kaldım. Bir günümü Milano’ya ayırdıktan sonra ertesi gün Como Gölü ve civar köylerini gezdim. Ardından Bergamo’yu, Cinque Terre’yi, Bologna’yı ve Verona ile Garda Gölü’nü birer gün şeklinde ziyaret ettim. Buradan Moena’daki Türk Köyü’ne günübirlik geçtim. Moena ve etrafındaki vadilerin de havasını aldıktan sonra Venedik’e doğru yol aldım. Burada dört gün kalarak adaları da ziyaret ettim. Sonrasında rotamı Floransa’ya çevirdim. Milano’daki gibi günübirlik şekilde Pisa, Lucca, Siena gezilerini yapıp Roma üzerinden (şimdilik) memlekete döndüm. Yolculuk süresince Trenitalia’nın bazen hızlı ve dakik, bazense ne yapacağı belli olmayan trenlerini kullandım. İtalya’da hız arttıkça dakiklik ve konfor artıyor, öte yandan hız ne kadar düşükse (hatta şehir içindeki metrolar da buna dâhil) tarife o kadar güvenilmezleşiyor (bir akşam bir saat boyunca beklediğim tramvay gelmeyince mecbur otele yürümek zorunda kaldım). Tüm İtalya’da veya belirli bölgelerde geçerli bir pass-card alabileceğiniz gibi, internetten veya seyahat günü tren istasyonundaki kiosklardan da bilet satın alabilirsiniz. Sadece Moena ve çevresindeki yerlerde şöförlü bir araç kullandım (sizin de niyetiniz olursa Desilvestro Taxi e Viaggi’den Cesar ile görüşebilirsiniz www.desilvestro.it) ki dağlık alanda diğer ulaşım yolları pek mümkün değil.

Como’nun köylerinden Bellagio

Aylardır izin kullanmamanın verdiği şevkle Milano’da sabahın erken saatlerinden başlayıp gece yarısında biten ve bir günde yaklaşık 30 kilometreyi bulduğum ilk gün biraz yorucu olsa da epey zevkliydi. Tipik bir şehir devletinin özelliği, halka (yönetilenlere) duyuruda bulunmak, onları toplayıp belli konularda bilgilendirmek ve hatta toplanan kalabalıklarla dışarıya mesaj vermekse İtalya’nın şehirleri buna oldukça güzel örneklerdendir. Milano’nun merkezinde Piazza del Duomo ve bu meydanda yapımı 14. yüzyılda başlayıp 20. yüzyılın ortalarına kadar süren Duomo Katedrali gezilip görülebilir yegâne yerlerden… Duomo’nun hemen arkasında Luini adlı bir karbonhidrat istasyonu var ki önündeki sıradan ve gelen kokulardan anlarsınız doğru yeri. Burada bizim çiğ börek benzeri panzerotti (birçok çeşidi var ama domates ve mozzarella peynirlisi özellikle) İtalyan mutfağına giriş için ideal bir atıştırmalık. Katedralin yanında Galleria Vittorio Emanuele II özellikle Milano’ya gelip alışveriş yapmak isteyenler için uygun bir alışveriş merkezi. 1877’de inşa edildiğinde Milano, Torino, Floransa ve Roma’yı temsil eden figürlerin olduğu mozaiklerinden Torino’nun simgesi olan boğa mozaiği, turistlerin şans getireceğine inanarak (!) etrafını tavaf etmesi nedeniyle bacak arasından epey deforme olmuş. Bu muazzam mimari yerine boğanın etrafında şans peşinde koşan turistler, Pisa’da eğik kuleyi düzeltme fotoğrafı kadar yaygın bir görüntü.

Yine Galleria Vittorio Emanuele II’den devam ederek Piazza Scala’ya, ve buradaki sanat galerisine gelebilirsiniz. Sıkışık bir programınız yoksa buradaki sanat galerisi ve ünlü La Scala opera ve müzesini ziyaret edebilirsiniz. Piazza Scala’ya yürüyerek 20 dakika mesafedeki ünlü Santa Maria delle Grazie Kilisesi, ve burada da ünlü “Son Yemek” freski görülebilir. Milano’da görülebilecek çoğu yer yan yanayken nasıl 30 kilometre yol yürüdüğümü sorarsanız, kanalların sadece Venedik’e özgü olmadığını söyleyebilirim. Navigli adındaki bu bölge, Duomo’nun inşaatı sırasında taşların çevre vilayetlerden şehre getirilmesi gibi fonksiyonlarının yanında etrafındaki pazarlar ve sanat galerileri ile Milano’daki vaktinizin çoğunu alabilecek cinsten. Hava müsaitse ve kendinize güveniyorsanız mutlaka yürüyün derim.

Casa di Guilietta’da hızını alamayan hanım kızımız

Son halini 1931’de alan merkez istasyon, Benito Mussolini’nin özel ilgisi ile oldukça gösterişli bir şekilde inşa edilmiş ve yenilenmiş. Benim gibi bir şehri merkez belirleyip günlük operasyonlarla etrafı gezmek isteyenler için bu ve benzeri tren istasyonları, her gün altılı ganyan takip eden yarış-severlerin ekrana gösterdikleri ilginin bir benzerine mazhar olur. “Acaba bugün nereye gitsem” diye düşünürken fark ettiğim bir nokta ise, Milano’nun yerli halkı ile yabancısının nasıl da kolay ayırt edilebileceği oldu: podyumdan inmiş de işe gidiyor gibi görünen herkes yerli, geri kalanlar ise yabancı…

İtalya’da akşam üstleri, yerel halkın iş çıkışı buluşup bir şeyler içtikleri zamanlar. Siz bu dönemi, alıştığınız şekilde ağır bir yemekle taçlandırmak isterseniz, Milano’ya özgü ossobuco (bir nevi risotto üzeri incik) ve safranlı risotto deneyebilirsiniz.

Corniglia’nın sokakları, diğer köylere göre daha dar. Köy de yüksekte olunca sıkı bir rüzgar yemek kaçınılmaz.

Pilin mucidi Alessandro Volta’nın doğduğu kent Como, size bu dünyadan olmayan bir yermiş gibi gelebilir. İlkokulda resim dersinde çizdiğimiz göl, dağ, orman ve kulübe manzaralarının bir şekilde dünyaya getirildiği bir yer gibi duran Como’da bazı ünlülerin de evleri var. Tepelerdeki köylerini ziyaret ettikçe bunun nedenini de anlıyorsunuz.

Como’ya geldiğiniz ilk anda yapabileceğiniz en makul şey, fünikülerle şehri tepeden gören Brunate’ye çıkmak. Buradan değişik yürüyüş yollarıyla tüm Como’yu kuşbakışı izleyebilirsiniz. Sadece doğa var dedik ama göl kenarında bir tane de şirin bir müze var. Pilin mucidi Alessandro Volta da Como sakini olunca, ustaya saygı mahiyetinde Volta’ya yönelik bir de müze inşa etmişler. Unutmadan, aqua non potabile içilmez su demek, gördüğünüz her çeşmeye dadanmayın 🙂

Alpler’in İtalya’da kalan kısmında el değmemiş bir doğa yok. Sıklıkla ya köylere, ya işletmelere,  ya da kayak merkezlerine rastlanıyor.

Gölde ulaşım hızlı vapurlarla sağlanıyor. Bunlar sayesinde belli başlı köyleri bir günde gezebilirsiniz. Araç yolları ise yolların çok dolambaçlı olması nedeniyle pek tavsiye edilmiyor.

Como Gölü’nün sarp dağları arasında konumlanan Varenna, sakin ve bir o kadar da güzel bir yerleşim alanı. Üst kısımlara doğru çıkarsanız çok güzel fotoğraflar çekebilirsiniz. İskeleden sağa doğru yaklaşık bir kilometre sonra Villa Monastero var. Günümüzde müze olarak kullanılan göl kıyısındaki bu mülkün tarihi 12. yüzyıla kadar gidiyor. Zevkli ve ince düşünülmüş bahçesi eminim dikkatinizi evin içerisinden daha çok çekecek. Varenna keşfinden sonra vapur ile tam karşıda sizi bekleyen Bellagio’ya doğru yolunuza devam edebilirsiniz. Varenna’dan daha büyük olan Bellagio, cennetin tasviri gibi. Vapurdan indikten sonra yukarıya doğru çıkan merdivenler ve bunların yanında irili ufaklı bar, lokanta, sanat evi gibi hem merdivenleri bir anda çıkmanızı engelleyecek hem de içeri uğramanızı teşvik edecek birçok yer var. Genelde yeme içme ortalaması iyi olmasına rağmen daha manzaralı bir yer isterseniz, bu merdivenleri sonuna kadar çıkıp sağ tarafa doğru bir kilometre kadar yokuş yukarı çıkmanız gerekiyor. İleride Bellagina Ristorante Pizzeria’nın terasında hem sizi yöresel ürünlerle yapılan bir pizza, hem de gölün her iki tarafını da gören bir manzara bekliyor. Sonrasında yine kısa bir vapur seyahati ile bu sefer de Menaggio’ya geçebilirsiniz. Bu üç köy birbirine çok yakın zaten. Birçok filmden hatırlayacağınız göl kenarı sahnesi işte bu köyde: Villa del Balbianello! Bahçeye giriş elbette ücretli.

Riomaggiore

Aslında Cinque Terre’yi Floransa merkezli günübirlik olarak düşünmüştüm. Ama bacağı kırık bit gibi bir günde bütün Milano’yu gezip geri kalan günlerde de boşluk oluşunca Milano’dan gitmeye karar verdim. UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan, İtalyan Rivierası’nın engebeli sahillerinden meydana gelmiş Cinque Terre bölgesi, deniz havası almak ve yüzmek isteyenler için en iyi noktalardan biri. Sırasıyla Monterosso, Vernazza, Corniglia, Manarola ve Riomaggiore’den oluşan bu köyleri, Milano’dan La Spezia’ya kadar gelip bu köylere uğrayan trenle ziyaret edebilirsiniz. Yüzmek isteyenler için beş köyde de yüzme imkânı mevcut ama hatırladığım kadarıyla sadece Monterosso Köyü’nde plaj vardı. Ayrıca bu köyleri denizden de gezebilirsiniz (yine de La Spezia üzerinden trenle ulaşım daha çabuk). Burasının bir milli park olduğunu hatırlatayım, parka giriş de ücretli. Eğer Cinque Terre Card alırsanız Levanto ile La Spezia arasındaki tüm trenlerde günlük kullanım hakkına sahip olursunuz. Ayrıca Cinque Terre’de yürüyüş yapabileceğiniz tüm parklara da bu kart ile ücretsiz girebiliyorsunuz. Kartın arkasındaki şifre ile de wi-fi bulduğunuz an yine ücretsiz yararlanabiliyorsunuz. Köylerin arasını toplu taşıma ile kat etmeyi tercih eden çoğu insan, Manarola ile Riomaggiore arasını ise yürüyerek geçiyor. Çünkü burası Aşk Yolu olarak adlandırılıyor (Via Dell’amore). Bunda romantizmden çok Monterosso ile Vernazza arasındaki dağlık yol ve Corniglia istasyonu ile köy merkezi arasındaki çılgın merdivenlerle karşılaştırınca, bu yolun dümdüz olması önemli bir etken olmalı (gerçi benim ziyaretimde heyelan nedeniyle kapatılmıştı). Bu köylere gelmişken külahta satılan deniz ürünlerinden yemeyi ihmal etmezsiniz diye tahmin ediyorum. Bir de Corniglia tren istasyonundan inince köy merkezi, aşağı yukarı 20 kat merdivenle çıkabileceğiniz bir tepede. Bunu yürümek istemezseniz tren istasyonunun hemen yanında köy merkezine bir minibüs kalkıyor(muş, ben ancak dönüşte öğrenebildim :). Eğer bir günden fazla kalmayı göze alırsanız Cinque Terre’den sonra Porto Fino (evet, o ünlü şarkıdaki yer) ve Porto Venere de dikkate alınabilir. Yetmedi mi? O zaman Genoa’ya kadar gidip eski hemşehrilerimizin kurduğu Galata Deniz Müzesi’ni ziyaret edebilirsiniz 🙂

Vernazza

6,200 metre uzunluktaki Mura Veneziane yani “Venedikliler Surları” ile çevresi kuşanmış Bergamo şehri, aşağı şehir (citta bassa) ve yukarı şehir (citta alta) diye ikiye ayrılır. Aşağıdan yukarıya yürüyebileceğiniz gibi füniküler sistemle de çıkabilirsiniz. Tüm eski taş evleri, eski sokakları yukarı şehirde görebilirsiniz. Sokak müzisyenlerini dinlemek ve neşe ile dans edenleri izlemek için şehrin en eski tarihî meydanı Piazza Vecchia’ya uğrayabilirsiniz. Dinî mekânlara merakınız varsa Santa Maria Maggiore Bazilikası’nı ve Cappella Colleoni Şapeli’ni gezebilirsiniz. 12-16. yüzyıl dönemine ait değerli dinî tabloların yer aldığı San Michele al Pozzo Bianco ve Bergamo Katedrali’ni de listenize ekleyebilirsiniz. 12. yüzyılda yapılmış ama 16. yüzyılda Mimar Pietro Isabello tarafından kendi tarzına göre yeniden inşa edilmiş Palazzo della Ragione’de Venedik’in devlet sembolü olan San Marco aslanını inceleyebilirsiniz. Aynı zamanda iç avluda da 18. yüzyıldan kalma bir güneş saati bulunur. Bu bölge limon üretimi ile öne çıkan bir bölge olduğundan limon türevleriyle ilgili yeme içme de revaçta. Tarihî yukarı şehre adım atar atmaz sizi birçok pastane karşılayacak, bunlarda satılan ve içerisinde bir çeşit limon likörü limoncello bulunan limon kekleri gün boyu kaybedeceğiniz enerjiyi yerine koyacak kadar şekerli.

İtalya’nın kuzeyinde yer alan Bologna’da turistik yerler dışında İngilizce bileni bulmak zor olsa da insanları sevecen. Sokakta çokça vakit geçirmeyi seviyorlar. Bunun nedeni belki de yağmur altında bile şehrin sokak sokak gezilebilmesi. Bir zamanlar Roma İmparatorluğu’nun 200 bin küsur kilometre boyunca taş yollarla birbirine bağlandığı söylenir. Bu yollardan şehir içerisinde olanları da, halkın rahatı için tenteli (portico) şekilde yapılmış. Piazza Verdi’de (Verdi Meydanı) de çeşitli birçok etkinlik gerçekleştiriliyor. Özellikle akşam vakitleri yabancıların şehri boşaltmasıyla öğrencilerin alkol ve marihuana eşliğinde muhabbetleri başlarmış (ki bu durumun tarihsel olarak da böyle süregeldiği, Indipendenza Caddesi üzerindeki bir kemer altındaki eski bir yazıtta bulunan “panis vita, canabis protectio, vinum laetitia – ekmek hayattır, esrar koruma, şarap mutluluk –“ sözüyle anlaşılıyor. Bologna evlerinin çatıları ve tuğlaları kırmızı renkli; şehir aynı zamanda sol politik görüşü ile anılan bir öğrenci şehri. Bu iki hususun sonucu olarak bu şehre “Kızıl Şehir” deniyor. Dünyanın en eski üniversitesinin önünde Nazım Hikmet’in “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” sözünün İtalyancası yazıyor. Erasmus’un, Copernic’in ve Dante’nin geçtiği bir üniversitede çok da şaşırtıcı olmasa gerek. Dünyanın en büyük beşinci bazilikası sayılan San Petronio Bazilikası’nın kubbesinde 15. yüzyılda Giovanni de Modena tarafından yapılan bir fresk karşımıza çıkıyor. Hz. Muhammed’i cehennemde tasvir eden bu fresk nedeniyle bu bazilika defalarca saldırıya maruz kalmış (kapıda duran iki bölük asker de durumu doğruluyor!).

Pieve di Cadore

Piazza del Nettuno üzerindeki Neptun heykeli, rivayete göre fazla erotik bulunduğundan yapımcısı Giambologna tarafından cinsel organının tıraşlanması istenmiş. Çok kızan heykeltıraş, bunu yaparken Neptün’ün eline öyle bir biçim verir ki doğru açıdan bakıldığında (heykelin sağ arka tarafında durun) tıraşlanmamış erkeklik (!) öylece görülebilir. Öte yandan Palazzo Podesta üzerindeki bir kemer altında ise akustik öyle bir ayarlanmış ki aynı İran İsfahan’daki İmam Camii gibi buradaki fısıldaşmanın bile şehrin tüm gürültüsüne rağmen, hemen çaprazda bulunan kişi tarafından duyulabileceği söylenir. Eski zamanlarda cüzzamlı insanların kimseye gözükmeden günah çıkarmalarının bir yoluymuş. Yine Milano ve Venedik gibi, Bologna da bir kanallar şehri. Eski zamanlarda şehir ticareti açısından önem teşkil eden bu kanallar artık pek de göz önünde değil. Şehrin her yanından görülebilen Asinelli Kulesi’nin üzerinde kırık bir vazo bulunmaktadır. Bu durum şehrin eskiden beri süregelen, sorunları uzlaşmayla çözme geleneğine bir atıfmış. Unutmadan, kuleye henüz üniversiteden mezun olmamış kişilerin çıkmasının kötü şans getireceğine inanılırmış.

Tre Cime bölgesi, film çekimi için kapalı olduğundan ancak kısıtlı yerlerden fotoğraf çekebildim.

Hepimizin bildiği bolonez sosun ana vatanı olan Bologna’da Oseria dell’Orsa lokantasında bu sosun eşlik ettiği makarnaların tadına varabilirsiniz. Hazır bu lokantaya geldiyseniz, on dakika yürüme mesafesinde Casa Isolani üzerindeki ahşap yapıda, çatıya saplanmış üç oku da bulmaya çalışın. Rivayete göre bir tüccarı (veya karısını) okla öldürmeye çalışan üç zorba, aniden camda beliren güzel kadının etkisinde kalarak okları yanlışlıkla buraya saplamışlar. Öte yandan buralara kadar gelip de ricotta peynirli, kahveli veya bufalo sütüyle yapılmış ilginç dondurmaları yemeden dönmek olmaz diye düşünüyorsanız Gelateria Gianni, Bologna’da geçirdiğiniz vakti tatlandırabilir.

Bologna’da tüm bunları yapabildiyseniz, şu ana kadar rivayet edilen fakat hiç kimsenin bulamadığı son bir gizemi de belirteyim: Üniversitedeki masaların birinde “panum resis”, yani bilginin (mantığın) her tür kararın esas dayanağı olması gerektiği yazmaktaymış. Yerel halktan bile bunu bulan kimse çıkmamış, bulursanız epey ünlü olacağınız kesin.

Moena’daki Türk izleri

Sanırım Verona’ya gittiğinizi söylediğiniz herkes size Casa di Giulietta’dan bahsedecek. Verona’nın merkezindeki bu ev, duvarlarına niyet mektubu yapıştıran insanlarla dolup taşar. Shakespeare’in ünlü eserinden kaynaklı aşk hikâyesinin bir yere kanalize edilmesi lazımdı değil mi (yazımın ilk paragrafını hatırlayın)? Etraf sıklıkla duvarlara sevdiğinin ismini veya aşk isteğini yazan insanlarla dolu. Öte yandan bahçedeki heykelin göğüsleri, yine şans getireceğine inananların hışmından (!) epey parlamış. Buralara kadar gelip umduğunuzu bulamadıysanız evin hemen yanındaki Venchi’de çikolata koleksiyonuna bakabilirsiniz. Bir de yöreye özgü yıldız şeklindeki pan d’oro (altın ekmek) denenebilir. Şehirde bir süre yaşayıp İlahi Komedya’yı yazan Dante’nin bir heykeli de yine Casa di Giuletta’ya yürüme mesafesinde.

Verona sokaklarında kaybolduğunuzda karşınıza çıkan her yapı sizi kendine hayran edecek. İpek Yolu’nun üzerinde yer alan Verona’da Osmanlı izlerini görmek çok mümkün. Venedik ordusunda bir yüzbaşı, Korfu Savaşı’nda Türkler’e karşı sıkı bir mücadele vermiş. Osmanlı ile Venedik arasında geçen son savaşta ise zaferi getirmiş. Bunun sonucunda da kendisini Verona’ya vali yapmışlar ve heykelini de dikmişler. İki bin yıl önce inşa edilen ve günümüze kadar korunmayı başarmış amfi tiyatro Arena di Verona, Piazza Bra’da (Bra Meydanı) bulunuyor. Tiyatroyu sağa alıp, cadde boyunca yürüdüğünüzde solda bir taş direk karşınıza çıkıyor. Bu bir ibadethane. Hastalıklı olduklarını düşündükleri yoksul Veronalılar’ın kiliseye girmesi yasaklıymış ve ibadetlerini gerçekleştirmeleri için bu direkten kilise yapılmış. Nehir üzerinde konumlanan iki bin yıllık Castel Vecchio Köprüsü üzerinden Castel Vecchio Kalesi’ne ve Piazza Erbe’ye (Erbe Meydanı) gelip hediyelik eşya marketini de ziyaret edebilirsiniz. Mermer, bu şehrin ana ürünü olduğundan şehirde bol bol kullanıldığına şahit olacaksınız. 84 metrelik Torre dei Lamberti’ye (Lamberti Kulesi) çıkmayı ihmal etmeyin. Tüm şehir ayaklarınızın altına serilecek. Kulede asansör de mevcut.

Manzino Dağları üzerinde tipik bir Ladin evi

Piazza Bra’daki turist bilgilendirme ofisinden 24 saatlik Verona Card‘ı satın alırsanız her türlü müzeye ücretsiz girebilir, şehir içindeki otobüsleri de yine ücretsiz kullanabilirsiniz. Verona’dan sonra 15 dakikalık bir tren yolculuğu ile Garda Gölü’ne varabilirsiniz. İstasyondan gölün güneyindeki Peschiera’ya yürüyüş yaklaşık 20 dakika sürüyor. Rivayete göre Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’un fethi sırasında gemileri karadan geçirme fikrinin, fetihten dört sene önce ilk olarak gerçekleştiği yer burasıdır. 1439 yılında Venedikliler’in Milano Dukalığı ile yaptığı savaş sırasında da Venedikliler gemilerini 240 mil boyunca Adige’den Garda Gölü’ne taşımışlar. Eh, göl ve etrafının İstanbul Boğazı’na benzerliğini dikkate alırsak iyi bir benzetme.

Garda Gölü

Milano’dan çıkıp Moena’ya varmak için önce Verona aktarmalı Bolzano hızlı trenine bindim. Buradan da taksiyle Moena’daki dağ oteline geldim. Şansıma, benim olduğum gün Star Wars filminin çekimleri olduğundan çoğu dağ yolu (ve hatta yakından görmeyi planladığım Tre Cime di Lavaredo) kapalıydı. Yine de günün kurtarıcısı olarak uzun zamandır hasret kaldığım oksijen dolu bir hava ve ideal bir dağ evi yaşantısı sunan Hotel Foresta’yı tavsiye etmeden geçemeyeceğim. Dağın başında ancak bu kadar güzel ahşap bir yapı ve muazzam yemekler olabilir!

İtalya – Avusturya sınırında yer alan Moena Köyü, Manzoni Dağları’nın eteklerinde konumlanır. Halen daha burasının İtalyan Köyü mü Türk Köyü mü olduğu konusunda insanların kafası karışır. Ama işin aslı şöyledir: 323 yıl önce, 2. Viyana Kuşatması sonrası bir Osmanlı askeri, İtalya’da küçük bir kasabaya sığınır. Köylüler, ölmek üzere olan bu Yeniçeri askerini tedavi eder (bir başka rivayette, Yeniçeri’nin idam edilmeden askerden kaçtığı ve köye saklandığı da söylenir). Köyde kalmaya devam eden bu asker aynı zamanda köyden bir kadınla da evlenir. Kasaba halkının El Turco adını verdiği asker, o dönem dukalığın halktan istediği haksız vergilere karşı köyü ayaklandırır ve korur. Kendini ve Türk âdetlerini bu yörenin insanlarına öyle sevdirir ki ölümünden sonra bile bu Türk gelenekleri yaşatılır. Moena halkı da her yıl yaz aylarında, Türk kökenlerinin efsanevi kaynağını hatırlamak amacıyla sultan, harem kadınları, yeniçerileriyle sesli ve renkli bir şekilde karnaval düzenler. 2017 yılında ağustos ayında düzenlenen festivalde yerel halk, Osmanlı kıyafetleriyle geçit yapmıştır. Bu sene mehter takımı da varmış. Öte yandan konuştuğum yerel halk bu festivale Türkler’in ilgisini anlamamakta, bunu sadece yerel bir etkinlik olarak görmekte. Kendilerine, dünyanın herhangi bir yerinde kaldırılacak Türk bayrağının, uzaktaki ve yakındaki Türkler’e mıknatıs görevi göreceğini söylemedim, ileride nasıl olsa kendi keşfeder 🙂

Moena’nın da bulunduğu Dolomite Dağları ve Fassa Vadisi (Val di Fassa) irili ufaklı birçok dağ köyüne ev sahipliği yapıyor. Vadinin değişik köylerinde değişik dillerin konuşulduğuna şahit olabilirsiniz (İtalyanca’nın yanında Almanca ve Latince’nin ilginç bir aksanı). Bu bölgedeki en büyük göllerden biri olan Misurina Gölü etrafında çeşitli aile işletmeleri mevcut. Lokal olarak avlanan geyik eti ve gnocchi ile yerel bir içki olan grappa denenebilir. Ayrıca tipik bir Alp bölgesi olduğundan yerel peynirleri de mutlaka tadın. Burada harcayacağınız bir günü Tre Cime di Lavaredo’dan başlayıp Pieve di Cadora’ya kadar olan bölgeyi gezerek Belluno’da bitirebilir, buradan da Venedik’e trenle geçebilirsiniz.

2 comments
  1. Şerife said:

    dinlene dinlene okuduğum yazı boyunca gerçekten o sokakları o havayı solumuş hissettim, elinize sağlık

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: