Londra’dan Dublin’e Beş Başkent – 1: İngiltere


Bir insanın ergenlikten delikanlılığa geçtiği çağların duygusal iniş çıkışları gibi bir yer İngiltere… Eskiden ne varsa bugüne taşıyan, ama bugün olanı da eskiye götüren; üstelik bunu yaparken şu anın tüm hızını ve şimdinin tüm yerelliğini taşıyan bir memleket… Dünya üzerindeki değişik yerlerde sömürge sahibi olmasıyla “üzerinde güneş batmayan ülke” tabirini hak edip birçok ülkeyi ve milleti sömüren, ama şimdi de bu ülke insanlarının bu ülkede tutunabildiği (belki de şimdi kendi “sömürülen”) bir yer… Bu yüzden, belki de İstanbul’la benzer bir yanı olarak “Londoner” birine “nerelisin?” diye sorduktan sonra “aslen nerelisin?” diye sormak da elzem… İstanbul’dan birkaç bin yıl daha genç, fakat ondan daha ihtiyar… İki Şehrin Hikayesi’nde sokaklarında akan oluk oluk kandan bahsedilen, Guy Fawkes’un günümüzde yaşasa rejim karşıtı aşırı dinci teorisyen olarak belki sık sık televizyonlarda röportaj verebileceği kadar özgür ve gerçek…

Özellikle lise yıllarında, yağmurlu İstanbul sabahlarında kulağımda Madonna’nın, Beatles’ın, Ronan Keating’in çözmeye çalıştığım İngilizceleri ile söyledikleri şarkılarda hep bir gün Londra’daki borsa sokağını ziyaret etmeyi, Edinburgh’da hayalet hikayeleri dinlemeyi, Dublin’de belki yeşil cinleri görebileceğimi (!) düşünürdüm. Uzun yıllardır kafamda olan Birleşik Krallık gezisi ancak yaş 33’e gelince kısmet olacakmış. İki sene önce planladığım ve Londra’dan Dublin’e doğru oluşturduğum gezi planı, çeşitli işlerin araya girmesi sonucu epey bir süre ertelenip ancak bir Ramazan Bayramı’na denk gelecek şekilde uygulanabildi. Nasipte iki defa niyet edip tüm otel, bilet ve vize işlemlerini yaptıktan sonra iptal etmek olduğu kadar İngiltere’ye giden arkadaşlarımıza hazır gezi planı verip onların gözlerinde Thor ile William Wallace arası bir yere oturmak da varmış. Eh, olduğu kadar, olmadığı kader…

Bu manzaraya eşlik edecek şarkıyı siz seçersiniz artık...

Bu manzaraya eşlik edecek şarkıyı siz seçersiniz artık…

Bizim bildiğimiz anlamda “İngiltere”, aslında “İngiltere” değil. Yani İngiltere derken kastettiğimiz yer aslında Britanya Adası üzerinde bulunan üç farklı ülkeden (İngiltere ile yarı otonom Galler ve İskoçya) ve İrlanda Adası’nın kuzeyindeki Kuzey İrlanda’dan (yine yarı otonom) oluşuyor. Bu anlamda Birleşik Krallık (United Kingdom) daha uygun bir tabir. Fakat bu tabir de eksik, çünkü Birleşik Krallık denilen yer aslında yukarıda sayılan ülkelerden ve okyanuslardaki bazı ada ülkelerinden oluşmaktadır. Bu yazıda da yazım kolaylığı açısından sıklıkla Birleşik Krallık yerine İngiltere tabirini kullanacağım, siz anlayın artık 🙂

Mesele bununla da sınırlı değil. Bizim lisanımıza Britanyalı (British) olarak çevirebileceğimiz tabir, konu bölgesel farklılıklar olunca İngiliz (English), İrlandalı (Irish), Galli (Welsh) ve İskoç (Scottish) halini alıyor. İngilizler genel olarak diğer ada halkları tarafından sömürgecilikleri nedeniyle pek sevilmiyor. Bitti mi? Hayır. Bir diğer önemli husus ise din ayrımı. Bu konuda Voltaire’in şu sözü sanırım durumu özetliyor “İngiltere’de hakim tek bir din olsaydı, despotluk olurdu; iki din olsaydı, birbirlerini öldürürlerdi; otuzdan fazla din var ki barış içerisinde yaşıyorlar”. Gerçekten de bugün İngiltere’de Evanjelikanizm’den Ortodoksluk’a, İslam’dan Hinduizm’e, ve hatta nüfusa oranla epey büyük bir yer teşkil eden ateizme kadar birçok dini inanış (veya inanmayış) mevcut. İnsanlar yine de bu farklılıklara hoşgörü ile yaklaşmayı benimsemişler. Bu çoklu yaklaşımın bir diğer etkilediği nokta ise ekonomi. Heathrow Havaalanı’na yanınıza zar zor kazandığınız paranın pound cinsinden eş değerini alarak gelip, İngiltere’de harcama yapmak için yanıp tutuşuyorsunuz. Fakat yer ve mekan değiştirdikçe, elinizde oynayan paraların tipi de değişiyor. Bir gün Kraliçe Elizabeth’i görürken diğer gün Harry Ferguson’u, bir başka gün Kral Robert the Bruce’u veya Charles Mackintosh’u görüyorsunuz; hatta Bank of England yerine Bank of Scotland yazıyor. Merak etmeyin, kalpazanların kurbanı olmadınız. Britanya Adası’ndaki yerel yönetimlerin kendi Merkez Bankaları (tam olarak merkez bankası tanımına uymasa da), dolayısıyla kendi bastıkları paralar mevcut. Hepsi tedavülde olan ve adanın her yerinde kabul edilmesi zorunlu paralar, sahtecilik veya çeşitli sebeplerden kabul edilmeyebiliyor. Özellikle büyük rakamlı banknotlar tezgahtarlar tarafından kabul edilmeyebilir, bozuk taşımakta veya kredi kartı kullanmakta fayda var.

Çok kültürlü ve yarı-otonom ülkelerin oluşturduğu Büyük Britanya’nın bayrağı da kendini oluşturan ülkelerin bayraklarından esinlenerek 1801 yılında günümüzdeki şeklini almış. Union Jack olarak bilinen bu bayrağın üzerindeki kırmızı, beyaz ve mavi renkler, Büyük Britanya’daki İskoç, Gal, İrlandalı ve İngiliz koruyucu azizlerini ve bu ülkelerin milli amblemlerini temsil etmektedir.

Mina Urgan'ın anılarında bahsettiği Londra'nın aksine, Londra pek

Mina Urgan’ın anılarında bahsettiği Londra’nın aksine, Londra pek “uyuyan” bir şehir gibi gelmedi bana…

Yerleşik tarihi Buzul Çağı’na kadar giden İngiltere’de hakim ırklar, bugünkü İngilizler’in ataları sayılan Cermenler ile İrlandalı, Galli ve İskoçlar’ın ataları sayılan Keltlerdir. Cermenler’in adaya göçü 5. yüzyıla denk gelir. Şu anki siyasi yapının temeli 1536’da Galler’in, 1707’de İskoçya’nın, 1801’de ise İrlanda’nın İngiltere’ye katılması şeklinde atıldıysa da “üzerinde güneş batmayan imparatorluk”, topraklarının en geniş olduğu haline geçtiğimiz yüzyılın başında ulaşır. Her ne kadar 1922’de İrlanda’nın bir kısmının ayrılması ve sonrasında 1998’e kadar sürecek bir bombalama ve suikast dönemi ile uğraşmak zorunda kalsa da; Amerika, Avustralya, Orta Doğu, Afrika ve Hindistan’daki sömürgeleriyle o zamanki dünya nüfusunun dörtte birine hükmeden İngiltere’nin günümüzde bu topraklarda “siyasi” olarak herhangi bir hakimiyeti olmasa da, halen yaşadığım Dubai’deki iş ve hayat tarzından hareketle “fiilen” oldukça etkin olduğunu söyleyebilirim. Nerede okuduğumu tam hatırlamıyorum fakat “Dünyada tüm anlaşmalar ve politikalar, masada onlar olmasa bile İngiliz çıkarlarına uygun olarak yapılır” sözü sanki günümüzün politik anlayışını da özetliyor. Şu anki durumda İrlanda Cumhuriyeti, İngiltere’den bağımsız bir devlet ve terör olayları da son bulmuş. Fakat Belfast’tan Dublin’e yapacağınız bir karayolu seyahatinde herhangi bir sınır veya pasaport kontrol eden bir yetkili görmeyeceksiniz. Keza İrlanda Cumhuriyet Ordusu IRA’nın mücadelesine artık siyasi olarak devam ettiği Britanya’da herhangi bir güvenlik endişesi olmamasına rağmen, bu sene içerisinde Dublin’de, zaman ayarlı bombanın yaz saati nedeniyle erken patladığını ve bombacının yaralanarak olay yerinden kaçtığını hatırlatalım.

l06

Bu iki fotoğraf, hemen hemen yan yana yerlerde çekildi...

Bu iki fotoğraf, hemen hemen yan yana yerlerde çekildi…

Siyasi yapısının temelini, diğer dünya devletlerine kıyasla “erken” olarak tamamlamanın İngiltere açısından bazı faydaları da olmuş tabii ki. Bunlardan bir tanesi aşağıda bazı ilginç örneklerini vereceğim hukuk sistemi. Ana kara ve sömürgelerde ortak bir hukuk sisteminin uygulanışında ortaya çıkabilecek sorunlar nedeniyle, yazılı hukuktan çok yargıçların görüşlerine ve yörenin örfüne dayanan bir içtihat hukuku sistemi, İngiltere’de 11. yüzyıldan bu yana uygulanmaktadır. Bu sistem daha çok temel bir çerçeve çizip detayları yorumlayanlara bırakmakta; daha önce alınan emsal kararlara da sıklıkla atıf yapmaktadır. 11. yüzyıldan bu yana gelişerek uygulanan bir hukuk sisteminin şu anki seviyesi de eminim “adalet” açısından tatmin edici düzeydedir. İngiltere’de halen 12. yüzyıldan kalma kanunların olduğu ve bunların aktif olarak uygulanmakta olduğu hususlarını da dikkate alırsak hukuk sisteminin gelişmişliği anlaşılabilir. Her ne kadar en eski kanunu “Kraliçe’nin Kuğularını Koruma Kanunu” adı altında marka taşımayan tüm kuğuların Kraliçe’nin korumasında olduğunu belirtse de…

Yerel gelenek ve örfleri de dikkate alan bu ilginç hukuk sistemiyle ilgili ilginizi çekebilecek bazı olaylar veya kanunlar şöyle özetlenebilir:

  • Kraliçe Anne zamanından beri taşımacılığın mevzuata ve düzenlemelere tabi olduğu İngiltere’de meşhur siyah taksiler de (o zamanki adıyla, atların çektiği Hackney) bundan nasibini almış. O zamandan bu zamana gelen ilginç kanunlardan birine göre, elinizi kaldırıp taksi tutmak yasaklanmış. Bunun yerine taksi durağından binmeniz gerekiyor. Ayrıca bulaşıcı hastalık taşıyanların da taksiye binmeleri yasak. Uygulanıyor mu? Hiç sanmam…
  • 1351 yılında kabul edilen Vatana İhanet Yasası da oldukça ilginç maddeler ve görüşler barındırmaktadır. 1663 yılında yaşanan bir olay ve yargıcın ilginç bir görüşü ile, düzeni yıkmaya teşebbüs suçu, o yıl bir genelevi yakmaya çalışan bir grup aşırı dinci kişiye de isnat edilmiştir. Buna göre, genelevi yakmaya çalışarak Kral veya Kraliçe’nin kurduğu bir düzene ait bir yapıyı yıkmaya teşebbüs etme (!), vatana ihanet sayılmıştır. Hatta öyle ki yaşadığı dönemde bir televizyon programına katılarak “ben gönüllerinizin kraliçesi olmak istiyorum” diyen Lady Diana bile düzeni yıkmaya teşebbüs suçundan yargılanabilirmiş.
  • 1324 yılında kabul edilen Deniz Mahsulleri Yasası’na göre de İngiliz karasularında bulunan her nevi balina ve mersin balığının sahibi Kral veya Kraliçe’dir.
  • 1561 ve 1591 yılında kabul edilen iki yasa ile Oxford ve Cambridge Üniversiteleri, bulundukları kasaba üzerinde yargılama gücüne kavuşmuşlardır.
  • 14. yüzyılda kabul edilen bir yasa ile, Tower of London’a gelen her türlü Kraliyet gemisi, kale bekçilerine bir fıçı rom getirmekle yükümlü kılınmıştır. Her ne kadar günümüzde Thames Nehri’ne kadar giren herhangi bir Kraliyet gemisi olmasa da bu gelenek senede bir defa düzenlenen bir seramoni ile sürdürülmektedir. Keza kalenin bekçileri, gemilerden taşınması sırasında hendeğe düşen her türlü canlı hayvan üzerinde hak iddia edebilmektedirler.
  • 1237’den bu yana sürdürülen bir diğer gelenek ise, herhangi bir derebeyine bağlı olmaksızın mülk sahibi olma, çalışabilme ve sürü güdebilme yetkisi verilen “free man” sıfatının dağıtımıdır. The City içerisinde yaşayan ve çalışan her kişiye bu hak tanınmakta, bu şekilde bölgedeki ticaretin canlılığı garanti altına alınmaktaydı. Bu kişiler sıfatlarını yanlarında taşıdıkları bir belgeyle kanıtlayabiliyorlardı. Üstelik bu kişilerin ayrıcalıkları bununla da sınırlı değil; London Bridge üzerinde koyun güdebilme, tutuklanmaksızın sarhoş olabilme (!), suçlu bulunurlarsa normal ip yerine ipek ip ile asılma (!!) gibi çılgın imtiyazları da haizlerdi. Günümüzde The City’nin İngiltere ekonomisine olan katkısını düşünürsek oldukça ileri görüşlü bir uygulama…
  • Şehrin ana merkezi sayılabilecek çoğu caddede (ve korsanlar için Thames Nehri kıyısında), çeşitli suçlardan idam edilenleri göstermek için vinç kolları bulunmaktaydı. İbret olsun diye asıldıktan sonra katranlanıp çürüyene kadar burada tutulan cesetlerle potansiyel suçlulara gözdağı verilmekteydi. Daha hafif suçlardan hüküm giyenlere ise birkaç günlük teşhir cezası verilir; suçun niteliğine göre bu kişiler ya bir direğe bağlanarak halka beğenilerini sunma (!) şansı verilir ya da kulaklarından veya ellerinden direğe çivilenirdi. Ünlü hükümlülerden Daniel Defoe, tepki çeken bir makalesi sonucu bu şekilde teşhir edilmiş, halk ise birkaç günlük ceza boyunca kendisini yalnız bırakmayarak bulunduğu direğin dibine çiçekler serpmiştir.
  • Parlamentoda ölen birisi, resmi törenle defnedilmesi gerektiğinden burada ölmek yasaktır (Bu konuda değişik görüşler var. Örneğin Guy Fawkes Parlamento’nun önündeki avluda asılmış, fakat doğal olarak resmi tören yapılmamış).
  • Günümüzde bir kadının vazgeçilmez aksesuarı olarak görülen makyaj, 1. Elizabeth döneminde kabul edilen bir kanunla erkekleri kandırmağa yönelik bir çaba sayılarak cadılık suçu ile eş değer tutulmuştur.
  • Hyde Park’taki meşhur “Speakers’ Corner”, bu ününü çıkarılan bir kanunun yasal boşluğunu kullanarak kazanmıştır. İngiltere’de söz söyleme özgürlüğü 1819’da çıkarılan bir yasayla güya teminat altına alınmıştır. Buna göre 50 kişiyi geçmemek ve önceden haber vermek üzere kamuya açık yerlerde gösteri yapılabilmekteydi. Hesapta söz söyleme özgürlüğü olarak tanımlanan bu durum, sizin de göreceğiniz gibi aslında bir kısıtlamayı içeriyordu. Ne var ki yasa hazırlanırken düşünülmeyen küçük bir ayrıntı vardı: parklar kamuya açık yerler değil, Kral ve Kraliçe’ye ait olan ve insanların faydalanması için kendi inisiyatiflerinde kullandırdıkları açık alanlardı. Kraliyet’e ait olan bir mekandan da polis zoruyla birilerini çıkartmak yasaya aykırıydı. İşte Hyde Park’taki Speakers’ Corner, ününü bir geleneğin 1872 yılında yasalaştırılmasıyla sağlamlaştırdı.
Tate Modern'de

Tate Modern’da “savaş” unutulmamış…

Hazır hukuk sisteminden konu açılmışken sinemaya da girmemezlik etmeyelim. Ne alaka demeyin, çok alaka… Bu yazıyı okuyan herkesin, en azından çoğunluğun son James Bond filmi Skyfall’u izlediğine eminim. Peki Skyfall tabiri nereden geliyor, hiç merak ettiniz mi acaba?

Yazılı olarak ilk 17. yüzyılda rahip William Watson’ın bir yapıtında ortaya çıkan “fiat justitia ruat caelum” yani “gökyüzünün (cennetin – sky) düşeceğini (yıkılacağını – fall) bilseniz bile adaleti uygulayın” sözü, rivayete göre Piso’nun Adaleti olarak adlandırılan bir olaydan kaynaklanmaktadır. Romalı bir hükümdar olan Piso, kumandanından ayrı olarak dönen (ve dolayısıyla kumandanını öldürdüğüne hükmedilen) bir askerin idamına karar verir. Tam idam sırasında kumandan geri döner, ve idam cezası durdurulur. Fakat Piso daha da öfkelenir ve mahkumun idam edilmesini (çünkü buna karar verilmiştir), buna ek olarak idamdan sorumlu celladın da idam edilmesini (çünkü karara aykırı davranmıştır) ve son olarak kumandanın da idam edilmesini (çünkü kendisi yüzünden iki masum kişi idam edilecektir) emreder. Günümüzde bu söz, İçtihat Hukuku uygulayan bazı mahkemelerin kürsüsünde ve çeşitli sanat yapıtlarında ibretlik mi yoksa dehşetlik mi olduğunu bilemediğim bir nedenle kullanılır. Adele’in Skyfall filmi için hazırladığı Oscar ödüllü şarkısında da (ve hatta Skyfall filminde de) bu teknik olarak doğru fakat ahlaken tartışmalı adalet algısı işlenmektedir:

“Let the sky fall,

When it crumbles,

We will stand tall,

Face it all together”

İlginçtir, İngiliz atasözlerinde de genelde bir yüzleşme, kabullenerek savaşma, harekete geçme vurgusu vardır. Eh, kültürel anlamda bu şekilde bir şeffaflığı ve hukuk sistemini içselleştirebilmiş bir memlekette de; İskoçya’nın bağımsızlık referandumu talebine “Anayasamızda buna engel bir durum yok” denmesi, eşcinsel evliliklere izin verilmesi, Londra’nın ortasında “muhtemelen Tanrı yok, keyfinize bakın” reklamıyla gezen bir otobüse bir şey denmemesi (ve kimsenin de otobüstekileri linç etmeye çalışmaması) garip şeyler değil sanırım. Ondan sonra da neden üzerinde güneş batmamış bu imparatorluğun dememek lazım…

Konu James Bond’dan açılmışken bu karakterin neden yaratıldığı hususunda da birkaç şey söylemek lazım. 1950ler’den günümüze adeta bir marka olmuş ve “Kraliçe’nin Emrinde” çalışan vatanperver bir ajanı canlandıran James Bond karakteri, esasen Soğuk Savaş yıllarında İngiliz İstihbaratı’nın Sovyet Rusya’ya karşı yaşadığı hezimetlerin karşısında bir propaganda amacıyla yaratılmıştır. Bu konuda en ünlü olay, İngiliz İstihbaratı bünyesindeki başarılarıyla (!) o dönemin Rusya Masası Şefi olacak kadar yükselen (tabii aynı anda Rusya’ya da bilgi sızdıran) Kim Philby’dir. Cambridge Beşlisi olarak bilinen beş kişilik ajan örgütlenmesinin en beceriklisi olan Kim Philby, yakalanmasına ramak kala Sovyetler’e iltica etmiş ve 1988’de Moskova’da hayatını kaybetmiştir. Konuya meraklı okurlar, Philip Knightley’in Asrın Casusu adlı kitabını okuyabilirler. Kitaba meraklı olmayan izleyiciler ise, Köstebek adıyla 2012 yılına ülkemizde de gösterilen “Tinker, Tailor, Soldier, Spy” filmini izleyebilirler.

“Üzerinde güneş batmayan imparatorluk” ve onun parlamentosu Westminster…

İngiltere’deki bu siyasi ve sosyal yapının doğal bir sonucu olarak, toplumun diğer kesimlerine göre bazı nitelikleri nedeniyle azınlık olarak kalan, “ötekileşen” kişiler için toplumsal hayatta kendilerini ifade edebilecekleri ve/veya onların hayatlarını kolaylaştıran bir gelenek mevcut. Bizim toplumumuzda görmezden gelinen ve bu tutumda ısrar edilen topluluklar için İngiltere’de hayatın biraz daha rahat olduğunu gözlemledim. Bunu ziyaret edeceğiniz turistik yerlerde, toplu taşımaya binerken veya herhangi bir restoranda mutlaka hissedeceksiniz. Fazla detay vermeksizin konunun geri kalanını meraklı gözlerinize bırakacağım.

Waterloo İstasyonu

Waterloo İstasyonu

Yolculuğumu Londra, Cardiff, Bath, Stratford upon Avon, Oxford, Liverpool, York, Edinburgh, Glasgow, Stirling, Belfast ve Dublin olarak toplam 18 gün planladım. Tüm bu yerlerde sizlere hitap eden yerler var mıdır, veya Londra’yı üç günde bitirebilir misiniz bilemem; çünkü bu 18 günün tamamını Londra ve Bath arasındaki bölgeye ayırsanız yine de görülecek epey yer kalır diye düşünüyorum. Keza en önem verdiğiniz husus edebiyatsa ayrı, tarih ve kültürse ayrı, doğa ise yine ayrı bir rota çıkartabilir; eskiye ait olanı korumayı kendine görev bilmiş bir milletin yaşadığı toprakları gezebilirsiniz. Yine de bu kadar “dolu” bir memleketi, bir düşüncenin eseri olarak kabul edip yavaş yavaş, sindire sindire gezmek ve her iki mekanın veya olayın arasında bir nefes almak en iyisi sanki…

Haymarket

Haymarket

İnsanların yaşadıkları yer mizaçlarına, meşreplerine etki eder. Bir İngiliz ile yeni tanıştıysanız veya “havadan sudan” bir konuşma yapıyorsanız konu mutlaka havanın durumudur. İstisnasız yeni tanıştığınız veya sadece adres sormak istediğiniz herkesin mutlaka hava ile ilgili söyleyecek şeyleri vardır. İngiltere ile ilgili bilmemiz gereken ilk şey, yazın ortasında bile gitseniz güneşi görmenin epey büyük bir nimet olduğu… Yılın 360 günü güneş alan bir memleketten gelip yağmura hasret yaşıyorsanız pek sorun değil, ama kasvetli ortamlar hoşunuza gitmiyorsa bu durum canınızı sıkabilir. En azından yaz aylarında hava oldukça geç karardığı için gezme açısından bundan yararlanabilirsiniz. Yoksa kışın muhtemelen saat üç-dört civarı kararan hava işinizi zorlaştırabilir. Ayrıca hava gerçekten soğuk. Ne zaman geldiğinizden bağımsız olarak mutlaka kışlık bir şeyler de yanınızda olmalı. Temmuz ve ağustos aylarında gezmemize rağmen sıklıkla üzerimizde üç dört kat kıyafet olduğunu söylemem gerekiyor ki sonrasında etrafınızdaki kız ve erkeklerin kot-tişört o havada gezdiklerini görünce kendinizi sorgulamayasınız. Hülasa, üzerinde güneş batmayan imparatorluk tabiri havayla ilgili değil.

Seyahatlerimde daha çok gözlem yapabilmek için mutlaka toplu taşıma (tren, metro) kullanmaya çalışırım. İngiltere’de de oldukça yaygın bir tren ağı mevcut. Britrail sitesinden (www.britrail.net) seyahatinizin süresine göre günlük, haftalık veya esnek süreli pass cardlar alıp fiyat avantajından yararlanabilirsiniz. Tabii eğer Japonya’daki tren sistemini görüp de altı dakikada bir saatte 270 ila 320 km hızla hareket eden trenler beklerseniz hayal kırıklığına uğrarsınız. Hızı en fazla 200 km olan ve bazen ayakta da yolculuk edebileceğiniz, bazen de iptal edilen seferler sizi şaşırtmasın. Yine de tren ağının oldukça kullanışlı olduğunu söyleyebilirim. Zaman konusunda sıkıntınız yoksa şehirler arası otobüs yolculuğu da yapabilirsiniz. Hızlı ve rahat bir ulaşım sağlayan bu seçenekte sık seyahat edenler için pass card seçeneği de mevcut (Mega Bus ve National Express diye aratıp sitelerinden bilgi alabilirsiniz). Her halükarda, iki şehir arasında yapacağınız yolculukta göreceğiniz o manzaralarla neden Yüzüklerin Efendisi, Harry Potter veya Güliver’in Maceraları adlı eserlerin İngiltere’den çıktığını da anlayacaksınız.

The City'de sıradan bir gün...

The City’de sıradan bir gün…

Her gelişmiş ülkede olduğu gibi İngiltere’de de büyüklü küçüklü hemen hemen tüm şehirlerde fabrika bacası tütüyor. Sanayi Devrimi’nin başladığı yerde de ne bekleyebilirdik ki? Günümüzde diğer ülkelerin çeşitli reklamasyon kampanyalarıyla biraz geri plana düşse de aslında İngiliz sanayi ve ticareti dünyada gayet saygın ve köklü bir geleneğe sahip. Bir düşünün bakalım, marka olamamış bir İngiliz arabası biliyor musunuz? Sandviçten denizaltıya, diferansiyel denklemden buharlı makine ve LCD sistemlerine kadar günlük hayatımızda kullandığımız çoğu şey esasen bir İngiliz icadıdır. Isaac Newton, Charles Darwin, Lord Kelvin, Michael Faraday gibi birçok bilimadamının buluşları ve hatta yaşadıkları yerler, İngiltere’deki müzelerde veya bu kişilerin o dönemler yaşadıkları evlerinde gezilebilir.

63 milyonluk nüfusunun %20’si yüksek öğrenim görmüş olan İngiltere’de nüfusun çoğunluğu hizmet sektöründe (özellikle finansal hizmetler) çalışmaktadır.  Yıllık gayri safi milli hasılası yaklaşık 2.8 trilyon dolar (nominal) olan İngiltere’nin bu köklü “aristokrat” ekonomisini destekleyebilecek dünyaca ünlü üniversiteleri de mevcut. Bu anlamda yurt dışı öğrencilerin eğitim tutarlarının bir hayli yüksek olması ve talebin de gerçekten fazla olması nedeniyle eğitim İngiliz ekonomisi için önemli bir kaynak yaratmakta. Öte yandan İngiltere küresel ısınmanın belki de fayda sağlayabileceği nadir ülkelerden de biri… Isınma nedeniyle İngiltere’de seralarda üretimi yapılan bazı meyve ve sebzelerin artık normal şartlarda yetiştirilebileceği, ayrıca özellikle güney kesiminin bitki örtüsünün değişmeye başlamasıyla daha önce yetiştirilemeyen ve ithal edilen diğer ürünlerin de üretilmeye başlanabileceği, şu sıralar gündemin ana maddelerinden biri.

l17l111

(Üstte) Haringey'den Westminster'a doğru

Haringey’den Westminster’a doğru “atmosfer” değişir…

İngiltere’ye hava yoluyla geliyorsanız, uçağınız alçalmaya başladığı zamanki görüntü, size sanki ormanın içine kurulmuş mütevazı bir köyü anımsatacaktır. En büyük kenti Londra’da bile bu durum böyledir. Londra’da iş merkezlerinin dışında (The City ve Canary Wharf) pek yüksek katlı binalara rastlamayacaksınız. Bu ülkeye hangi limandan veya havalimanından ayak basarsanız basın, kalacağınız yere gidene kadar göreceğiniz manzara, 18. veya 19. yüzyıldan kalma evler ve bu evlerin yanan ışıklarıdır. “Eskiye rağbet olsa bit pazarında nur yağardı” şeklinde bir sözümüz var, ama İngilizler’in ve ülkede yaşayan diğer milletlerin eski olanı, daha doğrusu “eskiden beri orada olanı” korumak için çabaları takdire şayan. Bu konuda Londra’ya özgü kırmızı tuğladan da bahsetmek gerek. Henry Peacham “Londra’da Yaşama Sanatı” adlı kitabında, 17. yüzyılda Londra’nın içerisine kadar giren denizden ve geceleri şehir sakinlerini uykusundan uyandıracak kadar güçlü dalga seslerinden bahseder. Esasen 50 milyon yıl önce tamamen sularla kaplı olan Londra’da, gerek toprağın zenginliği gerekse şehrin denizle imtihanı, Londra’ya özgü bir toprak karışımı yaratmıştır. Şehri inşa ederken (veya sizin de göreceğiniz çoğunluğu Viktorya Dönemi’nde inşa edilmiş evlerin kırmızı tuğlalarında) yüzyıllardan bu yana devam eden bu özel rengin kullanımı, aslında Viktorya Dönemi’nden çok öncesine, 25.000 yıl öncesine kadar giden ve 1877’de Tottenham Court Road civarında yerin 350 metre altına inilerek daha önceki varyasyonları keşfedilen özel bir tozdan kaynaklanır. Mimar Christopher Wren’e gore bu toz, doğru kullanıldığında Roma Dönemi’nden bugüne gelen eserler kadar sağlam bir yapı oluşturacaktır.

Tarihî dokunun modern zamanın içerisine bu kadar nüfuz ettiği Londra’da, 795 yılından beri St. Albans’ta faaliyet gösteren Ye Olde Fighting Cocks barı dahi, Viking dönemindeki “suların kirli olması nedeniyle bira içmenin daha sağlıklı olacağı” anlayışını yansıtır. Konuştuğum bazı kişiler, tarihî dokunun korunması konusunda devletten daha çok yöre insanının sahip çıkma eğiliminde olduğunu ve bu konuda sivil toplumun gelişmiş olması nedeniyle oldukça aktif bir inisiyatifin süreli gözlem ve denetimde olduğunu belirttiler. Mesela tren hatlarının modernleştirilmesi ve hızlandırılması açısından yapılan fizibilitelere, bölgedeki sivil toplum kuruluşları da aktif olarak katılarak, projenin yaban hayatına etkileri konusunda sıkı bir dökümantasyon hazırlamışlar. http://www.wildlifetrusts.org adresinden bu konudaki çalışmalar görülebilir. Böyle düşününce yöneticilerin vizyonunun yanında orada yaşayanların da kendi kültürlerine sahip çıkması, o kentteki yaşamın kalitesini belirleyen önemli unsurlardan biri gibi görünüyor. Sonuçta da yeni yapılan binaların mimarisi bile çevreyle uyum içerisinde olup gerek kendisini gerek yaşayanları oradaki hayata sessizce adapte ediyor; bizde sıkça görülen “fonksiyonellik-estetik” kavgası orada yaşanmıyor. Tabii burada 1666’daki büyük yangından sonra şehrin yeniden imarı konusundaki çalışmalarda epey pay sahibi olan mimar Christopher Wren’i de anmadan geçmek olmaz. Yangından önceki döneme göre çok az bina halen ayakta olup Londra’nın büyük bölümü, yangın sonrası imar çalışmaları sırasında planlanmış ve o dönemden bugünlere gelmiştir. Hemen bütün kadim şehirlerde görülen “bir tapınağın etrafına şehir kurma” mantığı Londra’da da geçerli olup, bu yangın sırasında ağır hasar gören St. Paul Kilisesi etrafında kurulan şehrin paradigması, sonrasında Bank Street civarına kaymıştır. Bu yangını ve yaşattığı yıkımı hiçbir zaman unutmamak için diktikleri Monument adlı 62 metrelik bir eser Bank Street yakınlarında görülebilir. Her ne kadar George Orwell, 1941 tarihli “England, Your England” adlı makalesinde İngilizler’i Avrupa’nın diğer halklarına göre entellektüel birikimden hoşlanmayan, kendi burnunun dikine giden ve kendi bencil düşünce yapılarına göre şehirleri imar eden egoist bir halk olarak tanımlasa da, yine de normalde bizim ülkemizde fanusun içerisinde insanlara gösterilen tarihî yerler, İngiltere’de yaşamın ta kendisi…

Londra'da her gün birçok pazar kurulur.

Londra’da her gün birçok pazar kurulur.

Londra ismi hakkında çeşitli rivayetler olsa da, makul olanlarından bazıları Kelt dilindeki göl (Llyn) ve kale (don) kelimelerinin birleşiminden, veya Gal dilindeki Laindon (uzun tepe) ‘dan geldiğini söyler. Bu durum Roma Dönemi’nden önce burada yerleşme olmadığı yolundaki iddiaların da karşısındadır. Yine Roma Dönemi’nden Kral Lud’un Kenti anlamında Kaerlundein ismini de öne sürenler vardır.

Her zaman tüccarların buluşma noktası olsa da, Londra’da kan hiçbir zaman eksik olmamıştır. M.S. 60 yılında Boudicca ve ordusunun taş taş üstünde bırakmadığı ve yakıp geçtği Londra, daha birçok yangın görmüş, ayrıca veba salgını ve diğer hastalıklarla önemli miktarda nüfusunu kaybetmiş, 1666’daki, dumanını John Locke’un Oxford’daki çalışma odasından dahi görebildiği büyük yangında da yine “kırmızıya” boyanmıştır. Belki de bu yüzden kırmızı, binaların esas rengidir. Sadece binaların değil, 19. yüzyıl başına kadar taksilerin, halen otobüs ve telefon kutularının (şu an bir kullanım amacı olmasa da) da rengi kırmızıdır. Roma dönemindeki Londra’da bile evler kırmızı tuğladandı. The City’nin ünlü tüccarları her zaman kırmızı giyerlerdi. Veba günlerinde hastalıklı evlerin kapısında kırmızı bir haç işareti olurdu.

Kilise çanlarının Londra halkı için özel bir önemi vardır. Peter Ackroyd’un London Biography adlı kitabında yazdığına göre, Londra içerisindeki kiliselerin çanlarının “bilgelik, zafer, aydınlanma, onur, sonsuza kadar Tanrı’nın yolundayız” vs. şeklinde değişik melodilerle çaldığına inanılmakta; hatta St. Mary-le-Bow Kilisesi’nin çanlarının melekler tarafından halka Kıyamet Günü’nün geldiğini bildirmek için kullanılacağına da inanılmaktadır. Tabii eskiden Londralı dediğimizde sadece St. Mary-le-Bow Kilisesi’nin çan sesinin duyulabildiği yerlerde yaşayanlar anlaşıldığına göre muhtemelen kıyametin de sadece onlara kopacağına inanırlardı! Ne derece doğrudur bilinmez, fakat bu inanış halkın da bu çanlara ilişkin tekerlemeler üretmesine neden olmuş:

 “You owe me five farthings.

Say the bells of St Martin’s.

When will you pay me,

Say the bells at Old Bailey.”

Buckhingam Palace

Buckhingam Palace

George Orwell’ın görüşleri ne derece doğrudur bilinmez, fakat kaldığım kısa süre boyunca gözlemleyebildiğim yegâne husus, İngilizler’in “sorry” sözüne olan tartışmasız itaatleri; Londra metrosunda eğer yürüyen merdivende yürümeyecekseniz ve solda duruyorsanız, arkanızdan gelen kişiden duyacağınız hafif bir sinirle söylenen “excuse me” tepkisi; ve son olarak herhangi bir sırayı bozma girişiminin Trafalgar Meydanı’nda Kraliçe’ye küfretme ile benzer bir tepki alabileceğidir. Ayrıca antika eşya mağazaları ile müzayede kültürü ve çeşitli müzelerden anladığım kadarıyla “biriktirme” hususunda hafif bir takıntı mevcut. Mekanlardaki farklı koku algılarım da İngiltere’de yeni bir boyut yakaladı. İran’da gül kokusu, Kore ve Japonya’da ise soya kokusu şeklinde tezahür eden ülkelerin kendine ait kokusu, herhalde İngiltere’de lavanta, köri sosu ve alkol birleşimi bir kokudan ibaret.

Önceki paragraflarda anlattığım durum, sosyal hayatta da kendini gösteriyor. Siyasal birliğini, dolayısıyla seçilen/muhalefet eden farkını uzun zaman önce idrak ederek farklılıkları aynı potada eritebilen İngiltere’de insanların eskiye olan özeni ve saygısı, “bir şeyleri devam ettirme ve geliştirme” yaklaşımlarına da yansımış. Sevdiğim bir büyüğümün “Avrupalı’nın 99 farklı düşüncesinin yanında bir aynı düşüncesi olsun, bu aynı düşünceyi geliştirmek adına dernekler kurar, kitaplar basar. Bizde ise tam tersi…” sözünü doğrularcasına İngilizler ve adada yaşayan diğer halklar kendi ortak ve farklı tarihleri ile geleneklerine sahip çıkma hususunda epey “farkında”. Bunların konusu metro hatlarından tutun futbol takımlarına, binalara, siyasi görüşlere veya yerel içki markalarına kadar değişebiliyor. Bu durum müzelerden sivil toplum örgütlerine kadar yansımış. Hatta ve hatta bizde şehirlerin belli bazı noktalarına sıkışan bit pazarı gibi yerler, adadaki hemen hemen tüm şehirlerde hayatın tam içerisinde yer alan vahalar gibi. Sürekli birilerinin olduğu, bir şeylerin alınıp satıldığı bu antika dükkanlarında, eğer ilginizi çekiyorsa epey güzel eserler bulabilirsiniz diye tahmin ediyorum. Ziyaretimiz sırasında vardığımız her yeni şehir, aynı zamanda ziyaret edilecek yeni antika dükkanları demekti.

l8

Oxford'tan Soho'ya...

Oxford’tan Soho’ya…

1863 yılında Paddington ile Farringdon arasında kurulan hat ile faaliyete başlayan Londra metrosu, dünyanın ilk yer altı taşımacılık sistemi ünvanını almıştır. Bugün birbirine bağlı 270 istasyonun bulunduğu ve sürekli genişleyen metro hattı, savaş yıllarında da bir sığınak işlevi görmüştür. Savaş yıllarındaki durum hakkında Churcill War Rooms, gayet güzel enstantaneler barındırıyor. Şehri bir örümcek ağı gibi saran metro hatları, özellikle yoğun trafiğe takılmamak için biçilmiş kaftan. Bir Oyster Card alarak günlük sınırlı bir ücret ile hemen hemen tüm toplu taşıma sistemini kullanabilirsiniz. Gezip göreceğiniz yerlerin Londra’da bulunduğu bölgeye göre günlük ödeyeceğiniz sınırlı ücret farklılaşabilir, dikkat!

London Transport Museum

London Transport Museum

Tabii işin bir de diğer boyutu var: İngiltere nasıl bu hale geldi? Marx, Felsefenin Sefaleti’nde “Kapitalizmi saygın biçimlerde sunulan kendi ana vatanlarında değil, sonuçlarını gizleyemediği sömürgelerde gözlemlediğimiz zaman derinliğinde yatan ikiyüzlülüğü ve barbarlığı görebiliriz” der. İngiltere’nin şu anki saygın ve aristokrat görünümünü anlamak için belki bir de sömürgelerine bakmak gerekir. Bugüne kadar bunlardan ikisini gördüm (hatta birinde yaşıyorum). Zamanın Ruhu ilkesi gibi herhalde önce “sömüren”, sonra “sömürülen” illa ki “sömürüyor”… Bu düşünce özellikle Liverpool’daki International Slavery Museum’da kafama takıldı. “Biz zamanında sömürdük, yaptık ettik, kusura bakmayın” temalı bu müzede her şey iyi güzel, fakat mevcut sisteme bakınca bu durumun şekil değiştirerek devam ettiği birçok coğrafya mevcut. Artık insanların boynuna vurulan zincirlerin yerini para alsa da sistem aynen devam ediyor. İngiltere’nin, özellikle Londra’nın bugünkü durumunda finans piyasalarının etkisi büyük. Bunun öncelikli nedeni, Londra’nın tarihin her döneminde bir sermaye birikimi limanı olmasıdır. Mevcut gelişme ve aristokrat birikim o günlerden bugüne gelmektedir. Hatta, genelde New York ile zaman zaman yer değiştirseler de dünyanın en büyük finansal merkezi olarak her zaman Londra birinci sıradadır. Anlattığım nedenle İstanbul’da kurulmakta olan finansal merkez konusundaki çekincelerimi daha önceki bir yazımda anlatmıştım. Londra’nın bu şekilde finans piyasalarının kalbi olmasının bir diğer nedeni ise, Norman İşgali’nden sonra adaya yerleşen Museviler’in; kilisenin finans konusundaki tek otorite olması (bu durum, yukarıda anlattığım kiliselerin çanları ile ilgili tekerlemede bile kendini gösteriyor!) ve Hristiyanlar’ın bankerlik yapmasını yasaklaması nedeniyle bu alanda oldukça gelişmeleridir. Londra’daki birikimin temelini oluşturan bu durumun izlerini, caddenin ortasında ihtiyar bir hanımefendi gibi duran Bank of England binasından, kapısında “dictum meum pactum (sözüm senedimdir)” yazan Borsa Binası’na doğru The City sokaklarında yürüyerek sürebilirsiniz. Bu konuda Londra’daki Jewish Museum da ziyaret etmek için ilginç bir yer olabilir.

Trafalgar Meydanı

Trafalgar Meydanı (Fotoğraf: Cem Öztürk)

Adet olduğu üzere, İngiltere’deki geziler genelde Londra’dan, Londra’daki geziler de genelde Trafalgar’dan başlar. Yeryüzü ve gökyüzü de dâhil olmak üzere Trafalgar Meydanı, İngiltere’nin bir özeti gibidir. Meydanın ortasında, Napolyon’u dize getirmesi şerefine heykeli dikilen Kumandan Nelson, etrafında Canada House, National Gallery, South Africa House ve St. Martin Kilisesi ile beraber sanki yüzlerce yıldan beri orada duran kaldırım taşları ile Londra’nın klasik yağmurlu havası, İngiltere’nin adeta bir özeti gibidir. Burada mutlaka ziyaret edilmesi gereken National Gallery’yi hakkını vererek gezmek belki birkaç gününüzü alabilir. Bunun yerine ilgilendiğiniz eserlerin olduğu odalara odaklanmak belki sizi galeride bir sağa bir sola yürüyüşe çıkmış turist kalabalığından kurtaracaktır. Resim koleksiyonu ilginizi çekmezse Cromwell Road üzerindeki, dünyanın çeşitli yerlerinden ve kültürlerinden koleksiyonlar barındıran Victoria and Albert Museum’u da ziyaret edebilirsiniz. Hatta burada Fatih Sultan Mehmet’in İtalyan ressam Bellini tarafından çizilen portresi de görülebilir. Trafalgar sonrası Admiralty Arch üzerinden St. James Parkı’na doğru giderek Londra sakinlerinin parkların tadını nasıl çıkardığına şahit olabilir, planınıza göre ya Buckingham Sarayı’nı, ya da tam tersi istikamette kalan (Westminster tarafı) Churcill War Rooms’u ziyaret edebilirsiniz.

Churcill War Rooms'ta sloganlar...

Churcill War Rooms’ta sloganlar…

Keep Calm and Carry On… Belki de bir milletin tüm karakterini ve felsefesini yansıtan sözler bütünü… İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman uçaklarının saldırısı karşısında insanların sığınaklara giderken hem ne yapacaklarına ilişkin bilgi sahibi olmaları hem de bu tip kargaşa durumunda çok ihtiyaç duyacakları bir inanca sarılmalarını sağlamak için her yere görselleri konan slogan… “Sakin ol ve devam et” tabiri, birkaç önceki paragrafta da anlattığım gibi yüzleşmeyi ulusal karakterlerinin bir parçası olarak kabul etmiş bir millet için çok büyük anlam ifade eder. Eğer hayatınızın bir bölümünde bir İngiliz’le çalıştıysanız bilirsiniz; politika ve prosedürlere bağlıdırlar, genelde işler ne kadar kaotik olursa olsun duygusal iniş çıkış göstermezler, sakince yaptıklarına devam ederler. Bu bağlamda geçmiş tecrübelerin bir milletin kaderini şekillendiren yegâne unsur olduğunu söyleyebilir miyiz acaba?

HMS Belfast, Thames Nehri üzerinde ziyaretçilerine eski günlerini anlatıyor...

HMS Belfast, Thames Nehri üzerinde ziyaretçilerine eski günlerini anlatıyor…

Gerek Londra’da gerek adadaki diğer yerlerde ziyaret edeceğiniz müze ve tarihî/turistik yerler çoksa, o yöreyle ilgili bir “pass card” satın almanız size oldukça tasarruf ettirebilir. Londra ile ilgili London Pass Card (www.londonpass.com), çoğu önemli yere ücretsiz giriş hakkı veriyor. Bu kartı sitesinden yurt dışına istetebileceğiniz gibi Londra’ya vardığınızda Golden Tours bayisinden de alabilirsiniz. Kartı ayrıca metro ve otobüs hatlarında geçerli seyahat kartı ile de birleştirebiliyorsunuz.

Yaygın kanının aksine Big Ben, kulenin değil içerisindeki çanın adıdır ve yaklaşık 150 yıldır Londralılar'a hizmet vermektedir.

Yaygın kanının aksine Big Ben, kulenin değil içerisindeki çanın adıdır ve yaklaşık 150 yıldır Londralılar’a hizmet vermektedir.

Nasıl ki bundan yüz yıl önce İstanbul dediğimiz yer Tarihî Yarımada olarak adlandırdığımız Fatih ve Eminönü dolaylarından ibaretse Londra’nın kalbi de The City olarak adlandırılan ve şu an çoğu finansal kuruma ev sahipliği yapan yerdir. Samuel Johnson’ın burası ile ilgili “sadece on mil çapında bir yerde gezerek bile dünyanın geri kalanında öğrenebileceğinizden çok daha fazlasını öğrenebileceğinizi” iddia ettiği ve Romalı tarihçi Tacitus’un, M.S. 50 yılında bile birçok tüccarla (negotiators) dolu olduğunu söylediği The City’nin nüfusu gündüz 300.000’e çıkmasına rağmen gece ancak 10.000 kişi civarıdır. Sokaklarında gezerken eminim Londra’nın o aristokrat havasına ek olarak “GSMH’nin dörtte üçünü üreten azınlıktanım” tarzındaki insanların koşuşturmacası da sizi düşüncelere sevk edecektir.

Churcill War Rooms’tan Westminster Köprüsü’ne doğru giderken sağınızda sırasıyla Big Ben, Westminster Parlamento Binası (ki dünyanın ilk parlamentosudur) ve arkasında ünlü Westminster Abbey’i görebilirsiniz.

l22

London Eye, günün her saati etkileyici manzaralar sunuyor.

London Eye, günün her saati etkileyici manzaralar sunuyor.

Köprünün çıkışında sol tarafa dönerseniz, yanına gelene kadar mutlaka bir tur yağmur yiyeceğiniz London Eye ile hem Londra’yı kuş bakışı izleyebilir, hem de aynı biletle bir nehir turu yapabilirsiniz. Eğer İngiltere’yi, özellikle Londra’yı turist sezonunun zirvesi olan haziran – ağustos ayları arasında ziyaret ediyorsanız bol bol sıraya gireceğinizi belirteyim. Yağmurun indirdiği açık alanlarda bu sıraların çil yavrusu gibi dağıldığını da bir ipucu olarak ekleyeyim, belki işinize yarar. Yok işim garanti olsun derseniz, normalden biraz daha pahalı bilet alarak sıranın önüne geçebilirsiniz. Eğer London Eye’a çıkmak istemezseniz London Bridge yakınlarında yeni açılan ve Avrupa’nın en uzun binalarından Shards’tan da şehri kuş bakışı izleyebilirsiniz. Tavsiyem güneş batarken gidin.

l15

Shards binasından da Londra'ya

Shards binasından da Londra’ya “tepeden” bakabilirsiniz.

Bazı filmlerden hatırlayacağınız ünlü Waterloo Tren İstasyonu da London Eye’ın hemen arkasında kalıyor. Bu tip büyük istasyonlarda tüm aktarma hatları birleştiğinden kalabalık yoğun. Savaş dönemlerinde insanların bir sığınak işleviyle zorla toplandığı metro istasyonları günümüzde günün her saati alışveriş ve aktarma maksatlı “gönüllü” bir kalabalığa ev sahipliği yapıyor. Bu durum özellikle işe gidiş ve iş çıkışı vakitlerinde rahatsızlık verecek boyutlara ulaşabilir. Herhangi bir sorunla karşılaşmadım ama etrafta “yankesicilere karşı dikkatli olun” tabelaları mevcut. O gün hala daha vaktiniz varsa Hyde Park veya Regent’s Park gibi parklara gidip Londralılar’ın iş çıkışı keyiflerini lzleyebilir, siz de çimenlere yayılıp onlara katılabilirsiniz. Yalnız ünlü kanunu unutmayın: Kuğuları beslemek serbest, kızartıp yemek yasak!

kuzgun

Efsaneye göre kaleden ayrılırlarsa imparatorluğun çökeceğine inanılan ve bu yüzden kanatları kırpılmış bir şekilde hapsedilen meşhur kuzgunlar…

İngiltere’de, özellikle Londra’da otel fiyatları epey pahalı. Buna rağmen her türlü bütçeye hitap eden birçok seçenek de mevcut. Eğer orta karar sadece gece temiz bir yatak ve banyo sizin için yeterliyse muhtemelen Viktorya Dönemi’nden kalma otele çevrilmiş bir evde konaklayacağınızı, duvarların yeterince kalın olmaması nedeniyle gece çeşitli katlardan gelen değişik aryaları dinleyebileceğinizi ve ezkaza evin ikinci veya üçüncü katına düşerseniz hevesle doldurduğunuz bavulunuzu elinizde çıkarmak zorunda kalacağınızı bilmenizi isterim. Seçenek bol olduğu için otel ararken sizin için en önemli kriterleri belirleyip ona göre (ses yalıtımı, kahvaltı, wifi vs) organize etmek gezi keyfinizin kaçmasını önler.

London Tower'ın içerisindeki Wardrobe Tower

Tower of London’ın içerisindeki Wardrobe Tower

Daha önce de dediğim gibi, tüm geziyi Londra’yı gezmeye ayırsaydım bile hala birçok yeri görmeden dönebilirdim diye düşünüyorum. Belli başlı turistik yerleri ve müzeleri gezmeye aşağı yukarı üç tam gün (yaz günü havanın saat 9 civarı karardığını da belirteyim) ancak yetiyor. Yukarıda anlattığım bir günlük programdan sonra nehir kenarında yürüyerek 11. yüzyılda yapımına başlanan Tower of London ve Londra’nın simgesi haline gelen Tower Bridge’i ziyaret edebilirsiniz. Eğer yanınızda çocuklar varsa Londra’nın onlara da sunacak çok şeyi var. Dünyaca ünlü kişilerin balmumu heykellerinin sergilendiği Madam Tussauds, Londra Hayvanat Bahçesi, Doğa Tarihi Müzesi, Bilim Müzesi ve şehrin dışında kalan Lego Playland ilk aklıma gelenler…

l20l13

Londra'ya ne amaçla gelirseniz gelin, herhalde en sık göreceğiniz yer Bridge Tower'dır.

Londra’ya ne amaçla gelirseniz gelin, herhalde en sık göreceğiniz yer Tower Bridge’dir.

Yemek konusuna geleyim mi bilemiyorum. Jacques Chirac’ın “Finlandiya’dan sonraki en rezil yemek kültürü” olarak tanımladığı İngiliz mutfağında esasen “mutfak” sıfatını hak edecek pek bir yemek tarifi bulunmuyor. İngiliz mutfağına özgü ünlü olan yemekleri sorsanız, muhtemelen herkes kızarmış balık ve patates kızartmasını önerecektir. Geziniz boyunca ziyaret edeceğiniz hemen her şehirde görebileceğiniz Türk kebap salonları ile memleket hasretinizi biraz dindirebilirsiniz. Bunun dışında dikkatinizi çekeceğini tahmin ettiğim bir nokta ise, ortalama kebap ve döner tadının İstanbul’a nazaran çok daha iyi olması. Bu durumun diğer ülke mutfakları için de (en azından Çin, Hindistan ve Pakistan) böyle olduğunu söyleyebilirim. Bir de 17. yüzyıldaki ilk ithalatından bu yana ülkenin vazgeçilmez bir değeri olan çayın en çok tüketildiği ve ünlü “beş çayı”nın anavatanı İngiltere’de “high tea” olarak adlandırılan ve çayın yanında çeşitli atıştırmalıkların servis edildiği hafif bir yemeği  de tercih edebilirsiniz.

İngiliz mutfağının özeti...

İngiliz mutfağının özeti…

Eğer hiçbir şey yapmadan sokaklarda kaybolarak bir şehri keşfedenlerdenseniz Londra size bu anlamda da güzel bir hazine sunuyor. Abbey Road üzerinde Beatles üyelerinin ünlü fotoğrafını çektirebilir, Oxford Street’ten Soho’ya giderken mağazaları dolaşabilir, Notting Hill’deki Portobello Road’un rengarenk evleri arasında bir kafede oturabilirsiniz. Haftanın belli günleri Londra’nın değişik yerlerinde 350’den fazla pazar kurulur. İlgi alanınıza göre antikadan ikinci el kıyafete, balıktan çiçeğe birçok ürün satılır. Bir şey satın almasanız bile Londra usülü pazarlığı görmek için ideal yerler… Yıllardır aralıksız sergilenen Phantom of the Opera’yı veya Shakespeare’in eserlerinin yorumlandığı Shakespeare’s Globe’daki bir oyunu izlemek de eminim Londra deneyiminizi zenginleştirecektir.

Bitti mi? Hayır. Ama Samuel Johnson’ın ünlü “Londra’dan yorulan biri, hayattan yorulmuştur” sözünün yanında daha fazla yazmak elimden gelmiyor. Hem daha Ada’nın geri kalanı var…

2 comments

Yorum bırakın