İtalya’da İzler: Roma’nın Kuzeyi 2


Siz de benim gibi Venedik’in popüler kültürde çok abartıldığını düşünüyorsanız bir kez ziyaret etmekte fayda var. Kuzeydoğu İtalya’nın, kanallarla ayrılmış ve köprülerle bağlanan 100 küsür ada üzerine kurulu bu kentinin her tarafı ayrı bir masal köşesi gibi… Bu romantik şehrin mimarisi, neredeyse İtalyan tarihinin de geniş bir özeti; Gotik, Rönesans ve Barok stilleri her bir köşede sıklıkla görülebilir. Öte yandan gerek zamanın Osmanlı – Venedik ilişkileri, gerekse bundan önceki Katolik – Ortodoks ilişkileri nedeniyle (ve hatta bunlardan Türkler’e miras kalan alışkanlıklarla) burada göreceğiniz çoğu tarihî eseri daha önceden başka yerde görmüş gibi hissedebilirsiniz. Buraya birkaç gün daha fazla zaman ayırmanızda fayda var. Şehrin sokakları suyla dolu olunca haliyle ulaşım da buna uygun yapılmış. Dolmuş yerine vaporetto denen küçük tekneler, gerek şehir içi gerek adalarla olan ulaşımı sağlıyor.

Floransa’da biten her gezinin son durağı mutlaka Michelangelo Tepesi olmalı

Öte yandan şehrin büyük bir “turist” sorunu var. Zaman içerisinde Canale Grande’nin yük ve eşya taşımacılığından turist gemileri ağırlamaya evrilen rolü ile birlikte kent ziyaretçi akınına uğramakta, bu da tabii zaman zaman iki kişinin geçmesine dahi izin vermeyen daracık sokaklarda sorunlara yol açmakta. Venedik sakinleri, yağmur yağdığı zaman böyle bir sokakta karşılaştıklarında aynı anda şemsiyelerini indirerek birbirlerini selamlayabiliyorken bu durum turistler söz konusu olunca tatsız tartışmalara yol açabiliyor. Her ne kadar işletmeciler turistlerin oluşturduğu ekonomik değerden memnunsa da özellikle gündüz vakitleri artan yaya trafiği şehirde yol almayı eziyet haline dönüştürüyor. Venedik meşhur suya batma kıyametinden önce sanırım turistler tarafından boğularak yok edilecek.

Venedik’in içerisindeki tren istasyonu Santa Lucia’dan çıkıp Canale Grande üzerinden şehre ilk adımınızı attığınızda hissedeceğiniz ilginçlik, akşam vakti her ne kadar yerini rahatsız bir sessizlik ve huzura bıraksa da sanırım bunun esas nedeni, bu şehrin alışageldiğimiz şehir hayatından farklı oluşudur. Kendilerini dağa, ormana atıp buralardaki hayatın ne güzel olduğunu “şehir” hayatının doğal bir ürünü olan sosyal medya üzerinden paylaşan günümüz çakma Evliya Çelebileri’nin düştüğü hataya düşmeden, hem sabah, hem öğlen, hem de akşam Venedik’i gezmek ve sokaklarında kaybolmak insana zorla İtalyan tarihi çalıştırabilir. Gezmek tabii ki güzel, fakat bugün beğendiğimiz şehirleri yaratanlar (hele ki yüzlerce yıl öncesinde örnek alınabilecek tasarımların olmadığını varsayarsak) şehirde yaşayanlar, yani “sabit kadem” olanlardı.

Rivayete göre dağlı barbar kavimlerin (kim acaba bunlar 🙂 ) saldırılarından bıkan yerel halk, ektiğini biçtiğini saklamak için suya kazıklar çakarak depolar yapmış. Birbirinden görerek bu ağı genişleten, barbarların saldırılarından artık canını da korumak zorunda olan halk, bu kazık ağını sokaklara ve evlere dönüştürmüş. Ana karaya olan bu mesafe, Venedikliler’i yüzyıllar boyunca saldırılardan koruduğu gibi İtalyan devletlerinin karışık politik ve emperyalist gündeminden de uzakta tutmuş. Özellikle İstanbul (Constantinople) ve Levanten şehirleriyle yaptıkları ticaretle günden güne büyüyüp gelişen şehir, dünyanın en güzel şehirlerinden birine evrilerek bir şehir cumhuriyeti haline gelmiş. Osmanlı ile bir aşk – nefret ilişkisi yaşayan Venedik, savaşırken dahi Osmanlı ile ticaretten geri durmamıştır. Hatta Fatih Sultan Mehmet’in, İstanbul’un fethi üzerine tanınma maksatlı istediği sanatçılardan en ünlüsü Gentile Bellini, 1479’da Constantinople’ye gelerek Sultan’ın ünlü portresini çizmiştir (her ne kadar Venedik, kısa bir zaman önce şehrin savunmasına yardımcı olmak için kendi filosundan gemi ve asker göndermiş olsa da ilginç bir ayrıntı!). Korku üzerine kurulan bir şehirden Avrupa’daki kaostan kaçan sanatçıların sığınağı haline gelen bu şehir, bir balık şeklinde tasarlanan yapısını günden güne gelişen ticareti de dikkate alarak sürekli güncellemiş ve ticaret gemileri daha rahat gelsin diye Canale Grande’yi dahi genişletmiş. Şehrin su baskınına uğramaması için sıklıkla göreceğiniz delikler, suyun yüksek olduğu zamanlar (acqua alta) San Marco Meydanı gibi yerleri dize kadar su içerisinde bırakıyor. Bu şekilde tüm adanın sulara gömülmesi engelleniyor. Ayrıca şehrin değişik yerlerinde açılmış yüzlerce kuyuyla da tatlı su ihtiyacı, yağmur suyunun toplanıp damıtılmasıyla sağlanmış. Bazı kuyular bugün hala kullanılıyor.

Venedik’te halen kullanılan artezyen kuyuları

Venedik’te kaybolursanız ya Rialto Köprüsü’ne, ya San Marco Meydanı’na çıkarsınız. Rialto Köprüsü, Canale Grande üzerinde yer alır ve üstünde mücevherat, ipek ürünler ve cam ürünleri satan mağazalar vardır. Santa Maria Dei Miracoli Meydanı’nda erken dönem Rönesans yapılarını hayranlıkla izleyebilirsiniz. Basilica dei Santi Giovanni e Paolo da Gotik tarzın en önemli yapılarından; 13. yüzyılda inşa edilmiş. Gotik meraklılarına bir öneri daha: Palazzo Duvale Sarayı, Venedik’in en çok ziyaret noktalarından biri sayılır. 125 tane heykelle süslü Santa Maria Della Salute Kilisesi ise Barok döneminin en önemli yapıtlarından. Şu an hastane olarak kullanılan Scuola Grande di San Marca binası ise sizi çok etkileyecek. Gündelik kamu binalarının bile tarihî yapılardan oluştuğunu düşünürsek burada yaşamak gerçekten masalda yaşamak hissiyatı veriyor olmalı. Dünyanın en meşhur meydanı ve Napoleon Bonaparte’ın da Avrupa’nın salonu benzetmesini yakıştırdığı San Marco Meydanı, Basilica di San Marco’ya da ev sahipliği yapıyor. Bu bazilika Venedik’teki Bizans sembolü sayılıyor. Basilica di San Marco’nun dışındaki ana giriş kapısının üzerinde dördüncü haçlı seferi sırasında, 1204 Latin istilasında İstanbul’dan getirilen dört bronz atın replikaları var (Sultanahmet’teki Hipodrom’dan bir gecede kaçırılmış, sonra bir ara Paris’te ünlü Zafer Takı’na misafir olup oradan yine Venedik’e dönmüş). Orijinalleri ve İstanbul’dan kaçırılan daha birçok eser müzenin içerisinde. San Marco Bazilikası, 11. yüzyılda inşa edilmiş ve beş adet kubbesi var. Keza girişteki sütunlar da İstanbul’dan getirilme (tam olarak Saraçhane’deki İstanbul Büyükşehir Belediyesi binasının karşısındaki yıkıntı Polyeuctus Kilisesi’nden). Yine bu meydanda, İl Ponte Dei Sospiri, zamanında tutsakların zindanlardan geçişi için kullanılan bir köprüymüş. Bu köprünün altında gondoldan geçerken güneşin batışında öpüşen sevgililerin aşkının ölümsüz olacağına inanılırken (!) yazılı tarih, bu köprünün geçmişte hapis cezasına çarptırılan mahkûmların son kez Venedik manzarasını görüp ah ettiklerini yazmaktadır. Palazzo Duvale Sarayı’ndan, bu köprünun içerisinden geçerek çıkabilirsiniz. San Marco Meydanı’ndaki bir diğer ziyaret edilebilir mekan Cafe Florian. İtalya’nın en eski kahvehanesi olsa da duvarlarındaki resimlerden bu kahvenin tipik bir İstanbul kıraathanesinden ilham aldığını anlayabilirsiniz. Bir kitap kurduysanız Venedik döneminin en önemli kütüphanesi Libreria Sansoviniana’yı da ziyaret edin. Önemli eserlerin bulunduğu Peggy Guggengeim Müzesi ve Galleria Dell’accademia, Dorsuduro semtinde yer alıyor. Venedik’in en büyük kilisesi ise Santa Maria Gloriosa dei Frari’dir.

Venedik’te karşıdan karşıya geçmek ekstra dikkat gerektirir

Dorsuduro semtine Osmanlı’dan gelen tüccarlara özel Fondaco dei Turchi isimli kervansaray bugün Doğa Tarihi Müzesi olarak hizmet vermektedir. Yine Ponte de la Turchette (Köprüsü) üzerinden devam edince Osmanlı’dan kaçırılan küçük kızların tutulduğu ve din değiştirmeleri koşuluyla salıverildiği Calle de le Turchette Sokağı da ziyaret edilebilir. Derler ki bu sokakta can veren Türk gelin Selma’nın hayaleti hâlâ sokaklarda kaybettiği aşkını ararmış (!).

Ponte Dei Sospiri ve Küçük Türk Kızları (Calle de le Turchette) Sokağı

Venedik’e gelince adaları görmeden dönmemek gerekir. Murano Adası, cam işçiliğinin öne çıktığı bir yer. Atölyeler, çeşitli cam eşyaları gibi cama dair her şeyi burada bulabilirsiniz. Bu cam atölyeleri Osmanlı zamanında da pek ünlüymüş ki gerek cam ürünlerinden gerekse cam işçiliğinin öğretilmesinden faydalanılmış.  Burano Adası’nın pastel renkli evleri ise sizi bir tablonun içerisinde hissettirecek. Bu adanın karşısında eski Roma döneminin kalıntılarını görebileceğiniz Torcello Adası bulunuyor. Yolculuk biraz uzun ama terk edilmiş bu yer belki daha sakin bir gezi deneyimi yaşatır size. Tüm ada gezintileri yaklaşık bir gün sürüyor. Hediyelik eşyaya meraklıysanız Murano’daki cam sanatçılarının galerilerini gezebilirsiniz. Ayrıca yüzyıllar önce aristokratların halkın arasında yaşamını kolaylaştırmak, giyenin vereceği önemli politik kararlarda kimliğini gizlemek veya doktorların vebadan korunmasını sağlamak gibi işlevlere sahip Venedik maskesi de satın alabileceğiniz diğer hediyelik eşyalardan. Bu maskelerin organize olarak kullanılmaya başladığı tarih, 12. yüzyıldan itibaren her yıl düzenlenen Venedik Festivali olarak biliniyor. Her ne kadar bu festival, Venedik’in Aquileia ile yaptığı savaşı kazanması sonucu insanların San Marco Meydanı’nda toplanarak dans etmesi ile başladıysa da günümüzde aynı gelenek, Paskalya Bayramı’ndan 40 gün önce yapılan kutlamalarla sürdürülüyor. Veba salgınının etkilediği tek şey maskeler değil tabii, bir zamanlar rengârenk olan gondollar, veba salgınından bu yana ise siyah renkteler.

Floransa’nın simgelerinden biri olan Davut heykeli (meydandaki oldukça iyi bir taklit)

Venedik’ten bu kadar söz etmişken, hemşehrimiz Kamondo Ailesi’nden söz etmeden geçmek olmaz. Kamondo Ailesi, ilk temsilcilerinden Haim Kamondo isimli tüccarın önderliğinde İspanya’daki engizisyondan kaçarak ilk önce Venedik’e ardından İstanbul’a (Ortaköy) yerleşmişlerdi. Belirli bir dönemlerini İstanbul’da geçiren bu aile, şehrin modernleşmesine önemli katkılarda bulunmuştur. Modern bankacılığın kurucularından sayılan bu Kamondo Ailesi, İstanbul’da ilk belediyenin kuruluşunda, kentsel altyapının modernleşmesinde, modern eğitim oluşumlarının kurulmasında ve daha birçok alanda öncülük etmiştir.

Murano, cam sanatı ile ilgilenenler için mutlaka ziyaret edilmesi gereken bir ada

Haim Kamondo, oğulları İshak ve Abraham Salomon ile birlikte “İshak Kamondo ve Şürekası” unvanlı bankayı kurdular. İshak’ın vebadan ölümünün ardından, Abraham işleri başarılı bir şekilde tek başına yürütmeye başladı. Mali danışmanlığını yaptığı Osmanlı Devleti’ni Kırım Savaşı’nda finanse etti. Şirket-i Hayriye ve Dersaadet Tramvay Şirketi’ne ortaklıkları da bankanın diğer girişimleriydi. Modern bankacılık sektörünün Osmanlı’da da kurulması ile birlikte yerli ve yabancı tüm yatırımcılar, Kamondolar’ın kurduğu Galata’ya yerleştiler. Haliyle büyük bankaların tümü İstanbul’da Kamondolar’ın kiracıları oldu. Devletin tahvil yoluyla borçlanmasını açık tutabilmek ve Bab-ı Ali’ye kredi vermek için başında yine Kamondolar’ın bulunduğu bir grup, Osmanlı Bankası’nı da kurdu (ne acıdır ki bu kadar köklü tarihin olduğu yer yerine alakasız bir yerde ve garip binalarla İstanbul Finans Merkezi kuruluyor, maça baştan yenik başlamak gibi…).

Yahudi cemaatinin de önderi olan Abraham Salomon Kamondo, Bankalar Caddesi’ndeki Kamondo merdivenlerini 1870-1880 yıllarında yaptırmıştı. Aynı zamanda Saatçi Han, Latif Han, Yakut Han, Galata Residence, Kuzey Deniz Saha Komutanlığı gibi birçok önemli yapıyı da inşa ettirdi. Torunları Abraham Behor ve Nisim de büyükbabalarının bankasına katıldı. Bankanın dışa açılması gerektiğini düşünen kardeşler Paris’e yerleşmeye karar verdiler ama merkez yine Galata’da kaldı. Bu süreçte Abraham Salomon Kamondo, 93 yaşında öldü ve naaşı İstanbul’a getirildi. Hasköy’de Yahudi mezarlığında toprağa verildi.

Pisa’da, kuleden daha eğlenceli manzaralar bulabilirsiniz.

19 yüzyılda Kamondo ailesi, gerçekten büyük bir şirket haline gelmişlerdi fakat aynı dönemde antisemitizm de Fransa’da giderek artıyordu. Nissim Kamondo, ailenin ilk ferdi olarak Fransız vatandaşlığına geçti ve Birinci Dünya Savaşı’nda hayatını kaybetti. Nissim’in kızkardeşi Beatrice, kocası ve çocukları Nazi kamplarında öldü. Anneleri Irene Cohen, kocasından boşandıktan sonra Katolik oldu ve bu sayede kurtuldu. Ailenin kalan tek ferdi olarak tüm mirasın sahibi oldu ve bu köklü aile de en nihayetinde son buldu.

Osmanlı zamanında Türk tüccarların kalması için yapılan Fondaco dei Turchi

Venedik’e gelmişken mutlaka deniz ürünlerini tatmak gerek. Hatta tam lokasyon da verecek olursam San Giacomo semtindeki La Patatina (hatta garsonun adını da Bruno olarak vereyim), Venedik’te kalacağınız her günü ve geceyi şenlendirecek kadar iyi deniz ürünleri yapıyor (bir sır vermek gerekirse Venedik’te mutlaka şehir içinde kalıp mutlaka gece de gezmek gerek turist kalabalığından sıyrılmak için). Kahvaltıda ise yöreye özgü bademden yapılan gevrek acı badem kurabiyesi amaretti denenebilir (badem likörü amaretto ile karıştırmayın!). Bunun kalitesi, buruk tadından anlaşılır. Eh, Rönesans’tan bu yana şehirde yapılan bu kurabiyelerin kalitesizini de bulursanız herhalde şehrin altın anahtarını size verirler!

Roma İmparatorluğu’na bağlı askerlerin ve hizmetkârların Arno Nehri kıyılarına yerleşmesi ile Floransa şehrinin tarihi başlamış. Günümüzde de Floransa, Toscana bölgesinin başkenti olarak sakinlerine ve gezginlere ev sahipliği yapıyor. Floransa, Vatikan’ın baskısına karşı uzun yıllar süren direnişi ile dikkatleri çekmiş. Bu güçlü duruş haliyle Rönesans’ın doğmasını sağlamış. Zaten şehrin tamamı bir sanat eseri. Dini öğelerin yanında bağımsız sanat çalışmalarını da bolca görebiliyorsunuz.

Haçlı Seferleri sırasında İstanbul’dan kaçırılan heykel. Heykelin bacağı 1960lar’da İstanbul’da bulunmuş.

Floransa için yükseliş dönemi sayılan 15. yüzyılda, “arte della lana” (zanaatkârlar) olarak bilinen localar kuruldu. Bununla birlikte tüccar birlikleri, bankacı birlikleri ve kürk tüccarı birlikleri Floransa’nın ticari olarak bir sonraki aşamaya geçmesini sağladı. Aynı dönemde bir aile vardı ki bugünkü bankacılık sisteminin de temellerini attı ve hatta Rönesans çağının başlamasına vesile oldu. Üstelik aristokrat veya soylu bir kökenden de gelmiyorlardı. İşte o aile, Floransa üzerinde 300 yıl hâkimiyet süren meşhur Medici ailesidir. Mediciler’in servetinin kaynağı da loncaların yaptığı tekstil ticaretinden geliyordu. Güçleri de, Floransalı halk grubu popularan (halkın gözdeleri) ile sağladıkları iyi ilişkilere dayanıyordu. Bu düzen içinde modern bankacılığın temellerini attılar, Papalık ile ilişkilerini geliştirdiler ve Avrupa ekonomisini yönettiler.

Floransa sanata değer vermesinin yanında ticarete de çok önem veriyordu. Zamanın çok önemli ticari kentlerinden biriydi. Ticari ve bankacılık alanında tüm Avrupa’ya örnek oldu. 16. yüzyıla kadar da para ticaretinin ve bankacılığın merkezi olmayı sürdürdü.

İtalya’daki turist hengâmesinden sıkılanlar için Lucca ideal

Bankacılığın kökeni orta çağ Vatikan’ına dayanıyor. O dönem kutsal toprakları ziyaret eden hacı adaylarının kıymetli eşyalarını korumak amacı ile bankacılık kuruluşları doğmuş. Bir başka rivayete göre ise uzak yerlere giden insanlar değerli eşyalarını güvenli oluğunu düşündükleri kilise papazına emanet ederlermiş. Paralar birikince papaz tarafından ihtiyaç sahiplerine de zaman zaman ödünç verilirmiş. Kilisenin bu gücü, beraberinde başkalarının para işleriyle uğraşmalarının yasaklanması ve Yahudiler öncülüğündeki bankacılık yükselişini de Londra gezi yazımda anlatmıştım.

Floransa’da 13. yüzyılda faaliyete geçen bankalar, mal tüccarları, komisyoncular ya da nakliyeciler olarak vardı. Daha sonra mali işler üzerine kredi ve mevduat tahsis eden bankacılık hizmeti sunan kuruluşlar haline dönüştü. 14. yüzyılda, zamanın en önemli bankacısı iflas ettikten sonra Vieri di Cambio di Medici 1348 ve 1392 yılları arasında Avrupa’nın en önemli şehirlerinde birçok şubesi olan bir banka kurdu. Yeğeni Giovanni di Bicci de Medici, Roma’da ilk şubeyi kurdu ve 1393 yılında da diğerlerini devraldı. Çünkü o dönem Vieri di Cambio di Medici geri çekilmişti ve iki oğlu da bankayı iflasa sürüklemişti. Giovanni di Bicci de Medici’nin yönetimi ele almasından sonra banka tekrar yükselmeye başladı. 1397 yılında da işlerini Floransa’ya taşıdı ve Banco Medici’yi kurdu. Medici Bankası, Avrupa’daki bankaların kurumsallaşmasının önünü açtı ve daha sonra Vatikan’ın bankeri oldu.

Burano’nun rengârenk evleri

Osmanlılar’ın sebep olduğu bir olay Medici Ailesi’nin tarihini değiştirdi. 1439 yılında Floransa’da Ortodoks ve Katolik kiliselerinin önde gelen isimleri önemli bir toplantı yaptılar. Osmanlı’nın İstanbul kapılarına kadar ulaşması ile Bizans Ortodoksları zor durumda kalmıştı. Bundan dolayı Roma Katolik Kilisesi’nden destek istiyorlardı. Bu toplantı içinde Bizans’a destek sözü verildi ama geçen 14 sene içinde Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethetti. Lakin Floransa bu toplantı ile ticari, siyasi ve kültürel bir kazanç elde etti. İşte bu toplantı, Medici Ailesi’nin dünya çapında yükselmesini sağladı.

Birçok Yunan bilgini de bu toplantıya katılmıştı. Haliyle klasik Yunan felsefesine, sanatına, tarihine ve yazılı metinlerine karşı büyük bir ilgi oluştu. Özellikle Platon’dan çok etkilenen Cosimo de Medici (1389-1464), Floransa’da ilk Platon Akademisi’nin kurulmasına öncü oldu. Cosimo ve Lorenzo Medici ailesi, Michelangelo, Leonardo da Vinci gibi tarihin dev isimlerinin yetişmesini sağlayan saraylar, kiliseler, müzeler yaptırdı. En büyük sanatkârlar ve bilim insanlarının adeta koruyucusu gibiydi. Çalışmalarını rahatlıkla yapabilecekleri rahat ortamlar hazırlıyordu.

İtalya’daki tek eğik kule Pisa değil. Birçok yerde daha eğik kuleler görebilirsiniz. O dönemde dikebildikleri için kutlamak mı gerekir yoksa statik hesabını yapamadıkları için yermek mi gerekir bilemedim.

Bu süreç içinde yoksullaşan halk, Papaz Savonarola’nın kehanetlerinin gerçekleşeceğine inanıyordu ve kendisinin her dediğini yapıp, onun dediği şekilde yaşıyordu. Papazın vaazlarından fazlasıyla etkilenen halk o noktaya geldi ki Medici taraftarlarını bile öldürdü. Birçok eser, kitap yakıldı, tahrip edildi. Haliyle Medici Ailesi şehri terk etmek zorunda kaldı. Bunun ardından Papaz Savonarola Floransa yönetimine el koydu. Bununla birlikte halk, papazın sürekli bahsettiği özel güçlerini artık kanıtlamasını da istiyordu. Sonunda papaz inandırıcılığını yitirdi. Halk isyana başladı ve papazı linç etti. Tabii tüm bunların ardından Medici Ailesi tekrar Floransa’ya döndü. Esasen Medici Ailesi birçok kez Floransa’dan sürgüne gönderildi, ve şehre geri döndü. Bunda en önemli sebeplerden biri, şüphesiz şehrin varlığının çok az ailede toplandığını tespit ettirip bunun üzerinden vergi almaya çalışmalarıydı (kendileri de tabii ki vergi ödeyecekti). Rönesans’ın başladığı bu dönemde varlık vergisi, çeşitli savaşlar sonucu boşalan Floransa hazinesini doldurmayı amaçlıyordu. Yine Giovanni zamanında ilk kadastro kayıtları da tutulmaya başlandı. O zamanlar çok tepki alsa da, bu verginin şehirdeki varlık dağılımı üzerinde pek etkisi olmamışa benziyor. Independent’ta yayınlanan bir habere göre şehrin varlıklıları 600 yıldır aynı ailelerden oluşuyor.

Her şehirde olan Duomo’nun Floransa versiyonu

Koskoca 300 yıl hâkimiyet süren Medici Ailesi elbette dönem dönem inişler ve çıkışlar yaşayacaktı. Ama ailenin yaşadığı her durum sanatçıları da etkiliyordu. Bu düşüşlerin birinde Leonardo da Vinci, Osmanlı Padişahı 2. Bayezid’e mektup yazarak hamilik istemişti. Mektupla birlikte gönderdiği Galata Köprüsü projesi imkânsız bulunduğu için reddedildi (!). Michelangelo da papaz ile arası açılınca Osmanlı’ya sığınmak istedi ama daha sonra arası düzelince İstanbul’a gitmekten vazgeçti.

Mediciler’in sahip olduğu ticari ve finans ağı içerisinde Medici bankaları Londra’ya kadar yayıldı. Hatta koleksiyonlar bu banka ağı içinde dolaşmaya da başladı. Yani para ve sanat aynı şebeke içinde işletildi.

Herkül ve Cacus

Floransa’da birçok müzeyi ziyaret edebilirsiniz ama müzelerin hepsini gezmek isterseniz bir gün yetmeyebilir. Ayrıca benim gibi “nasıl olsa kapıdan alırız” diye giriş biletini son güne bırakırsanız en yakın biletin 10 gün sonrasına satıldığını görüp hafif bir kalp krizi geçirebilirsiniz. Tabii turizmin bu kadar damarlara işlediği yerde alternatif kanallar da yok değil. Bakışlarınızı iyi süzen birinin yanınıza gelip sizi sırada bekletmeden bir tura katmak istemesine kim hayır diyebilir? Floransa’daki 6 günlük kalışım sırasında neredeyse yarım günümü Galleria Degli Uffizi’ye ayırdım. Emekli İtalyan tarih öğretmeni Roza eşliğinde, Pers ordusunu yaran Leonidas misali yarım günümüzü harcadığımız bu muazzam yerin ise tahminimce ancak tozunu almışızdır. O derece büyük ve görkemli bu galerinin en üst katında hepimize tanıdık gelecek bazı portreler de sergileniyor, en iyisi ben söylemeyeyim siz gidip görün. Mediciler’in de koleksiyonlarının sergilendiği galeride Caravaggio, Botticelli, Michelangelo, Raphael, Gentileschi gibi sanatçıların eserleri sergileniyor (tabii eski dönemlerde soyadı gibi bir şey yok. Onun yerine yetenekleri veya fiziksel görünüşleri ile insanlar çağrılırmış [Botticelli – fıçı, Tintoretto – küçük boyacı, Da Vinci – Vincili, Verrocchio – gerçek göz] gibi). Bu galeri Piazza della Signoria’da (Signoria Meydanı) bulunuyor ve bu meydanda yüzyıllardan beri Floransa halkı, büyük toplantılarını, kutlamalarını ve idamlarını gerçekleştirmiş. Yine hatırlatmayı uygun görüyorum ki biletinizi önceden alın.

Piazza del Campo

Tornabuoni Sokağı’nda gezerken kendinizden geçeceksiniz. Palazzo Davanzati Sarayı 15-16. yüzyılda inşa edilmiş. Mercato Centrale makarnadan meyveye birçok ürünün satıldığı kocaman bir hal. Eğer Michalengelo hayranıysanız Davut heykelinin olduğu Galleria Dell’accademia’yı ziyaret etmelisiniz. Eğer bu galeriyi ziyaret etmediyseniz Davut heykelinin bir kopyası Piazza della Signoria’da sergileniyor. Elinde Medusa’nın başını tutan Perseus ve Hercules heykelleri de burada. Palazzo Medici Ricardi de aynı bölgede.

İtalya’nın millî hayvanı

Machiavelli ve Michelangelo’nun mezarlarının bulunduğu Sante Croce Kilisesi girişi yanındaki dev Dante heykeli Floransa’nın simgesi sayılır. Daha sonra Arno Nehri’ni geçip Forte di Belvedere’ye gidebilirsiniz. Yolu tırmandığınızda Giardino Bardini çıkacak karşınıza. Hem bahçe hem de Forte di Belvedere için ayrı ayrı ücret talep ediyorlar. Geri aşağı indiğinizde yolun sonunda Arno Nehri üzerinde Ponte Vecchio Köprüsü’nü göreceksiniz. Etrafında restoranlar, kafeler falan var. İkinci Dünya Savaşı sırasında tüm köprülerin Naziler tarafından bombalandığı ama Hitler’in emri ile bu köprüye dokunulmadığı söyleniyor. Arno Nehri’nin güneyinde ise Palazzo Pitti Sarayı birçok eseri bünyesinde barındırıyor. Galerisi görülmeye değer gerçekten. Palazzo Pitti’nin arka bahçesindeki Boboli Bahçeleri’nde ise dinlenip, gezinin tatlı yorgunluğunu üzerinizden atabilirsiniz.

Ponte Vecchio aslında bankacılık açısından önemli bir köprü. Üzerinde değerli belgeler, para ve senet işleriyle meşgul esnafların tezgâhları olan bu köprü zamanın bir nevi banker kaynağı idi (banka = banco = tezgâh demek). Tezgâhı bozulan, yani işleri bozulan esnafın (tefeci) diğer esnafları (sistemi) tehdit etmemesi için yerel lonca tarafından tezgâhı darmadağın edilirmiş, yani bancarotta yapılırmış (İngilizce’deki bankrupt -iflas- da buradan geliyor). Bankacılık terminolojisine İtalyanlar’ın katkısı bununla sınırlı değil tabii, banconota, cambio, nostro, loro, vostro gibi kavramlar İtalyanca kaynaklı günümüzde de kullanılan bankacılık terimleri.

Ponte Vecchio

Palazzo Vecchio 13. yüzyılda hükûmet binası olarak inşa edilmiş ve şimdi belediye binası olarak kullanılıyor. İtalya’da bürokratik işler demek ki bir nebze olsun daha az sıkıcı işliyor. Çok güzel binalarla dolu olan Piazza Delle Signoria’dan Via dei Calzaiuli’ye doğru giderseniz Santa Maria del Fiore (Duomo) çıkacak karşınıza. Bu katedral sizi kesinlikle büyüleyecek. İçi biraz boş gibi ama görmeniz gereken de kubbedeki son yargı freskleridir.

Floransa mutfağının öncüsü, buraya özgü bistecca alla fiorentina’dır. Neredeyse bir kiloluk bir biftek olan ve en uygun şekilde fazla pişirilmeden önünüze getirilen bu yemeği ısmarladığınızda garsonun sizi bir süzmesine izin verin ki israftan kaçının. Bir de hazır gelmişken ünlü Caffe Gilli’de tiramisunun tadına bakabilirsiniz.

Lucca’da Guinigi Kulesi

Bifteğin az pişmiş olması gibi İtalya’da adı konmamış bir diğer kural da makarna çeşitlerinin al dente olması. Bir de tabii kahvenin ana vatanında olunca, alıştığınız kahve ısmarlama tarzınız burada size bön bön bakılmasına neden olabilir. Örneğin “latte!” dediğinizde bunu sıcak süt istiyormuşçasına yorumlayan veya öğleden sonra cappucino istediğinizde bıyık altından gülen hizmetlilerle karşılaşabilirsiniz, şaşırmayın. Bunun yerine latte macchiato veya latte americano diye istediğiniz kahveyi açık açık söylemek gerekiyor.

Siena’daki mahalle simgeleri

İtalya’da, genellikle, üç farklı yerde yemek yenebilir: klasik restoranlar (ristorante), daha çok ev yemekleri ve yöresel lezzetlerin bulunduğu aile işletmeleri trattoria‘lar ve hazır yiyeceklerin sunulduğu gastronomia‘lar. İtalyanlar öğle yemeklerinde daha çok trattoria tercih ediyorlarmış. Hazır yeme içme yerleri hariç diğer yerler genelde saat 15.00-19.00 arası kapalı oluyor. Her nereye giderseniz gidin karşılaşacağınız zevkli bir ambiyans, fiyattan bağımsız tutturulmuş minimum bir kalite seviyesi, özellikle aile işletmelerinde sıklıkla 2. ve 3. kuşakların mutfakta oluşu ve asıl önemlisi tüm bunları değerlendirecek damak tadına sahip müşteriler.

Her şeyi bitirdiniz, Floransa’yı tavaf ettiniz, geri dönme vakti mi geldi? O zaman son akşam üstünüzü Piazzale Michelangelo’ya çıkıp şehri gün batımında izlemek için değerlendirebilirsiniz, kalabalığa karışan canlı müzik eşliğinde…

İtalya’nın her tarafında görebileceğiniz gibi Siena sokakları da yeşil panjurlu evlerle dolu.

Tiren Denizi’ne dökülen Arno Nehri kıyısında bulunan küçük Pisa kentinde İngilizce bileni bulmak zor ama bizim gibi pek yardımseverler. Küçücük tarihî bir taşra şehri… Pisa Kulesi eğikliği ile meşhurdur ama gördüğüm kadarıyla İtalya’da bulunan çoğu kule eğik. Pisa Kulesi’nin içinde bulunduğu meydan Campo dei Miracoli Meydanı’dır yani Mucizeler Meydanı. 1063 yılında Pisa Cumhuriyeti’nin Toscana bölgesinde Müslüman bir askeri birlik bozguna uğratılır. Bunu kutlamak için de 1118 yılında Romanesk Katedrali’ni inşa etmeye karar verilir ve bu inşa 1272 yılında tamamlanır. Katedralin içini gezmeyi ihmal etmeyin, inanılmaz güzel. İçinde yer alan vaftizhanede belirli saatlerde koro ilahileri okunuyor. Yine aynı bölgede yer alan Lucca şehri hâlâ orta çağ havasında yaşıyor. Yarım gün boyunca surların içini gezmeniz bu şehir için yeterli. İtalya’nın diğer şehirlerine göre biraz daha az kalabalık oluyor. Ayrıca Lucca, yazının başında bahsettiğim Etrüskler tarafından kurulmuş. Ardından MÖ 180 yılında bir Roma kolonisiyken 160 yılında bağımsız bir devlet olmayı başarmış ve bu yapısını uzun yıllar boyunca korumuş. Şehrin ortasındaki saat kulesine çıkarsanız üzerinde yetiştirilen ağaçları göreceksiniz. Eğer şanslıysanız ilginç orta çağ festivallerinden birine de denk gelebilirsiniz ya da tarihlerinizi ona göre ayarlayabilirsiniz. Pisa ile oldukça yakın olduğundan bir günde ikisi birlikte gezilebilir.

Floransa’da Arno Nehri

Siena, temmuz ve ağustos aylarında düzenlenen at yarışları palio ile ünlü (bu yarışlardan bir kesiti Quantum of Solace filminin başından hatırlarsınız). Haliyle bu dönem turist nüfusu da iki katına çıkıyor. Siena’nın merkezi sayılan surlar içindeki meydan da Piazza del Campo ismi ile anılıyor. Medici ailesinin yönetimine geçtikten sonra şehir, topraktan yapılmış tuğlalarla yeniden inşa edilmiş. Ayrıca Siena da ilginç bir mahallecilik bilinci var. Her mahallenin kendine ait panosu, bayrağı var. Palio oyunlarında da bu mahallelerden on tanesi birbiriyle yarışıyor. Siena’nın bir diğer önemli özelliği de Avrupa’da bankacılığın ilk ortaya çıktığı yer olmasıdır. Günümüzde halen varlığını sürdüren ve 1497’de kurulmuş Banca Monte dei Paschi di Siena, şehrin çoğu taşınmazının sahibidir (bir nevi vakıf bankası gibi). Siena yöresinin kendine özgü pici makarnası ve sebze çorbası ribollita var, istasyondan Piazza del Campo’ya giden yol üzerinde birçok aile işletmesinde tadabilirsiniz.

-SÜRECEK-

 

2 comments
  1. Şerife said:

    devam etsin

Yorum bırakın