Türkiye Ekonomisi Üzerine Çözümlemeler


Bu yazıyı, yayın tarihi itibariyle mevcut bulunan ekonomik konjonktürden çok Türkiye ekonomisinin kronik sorunları ve bunlarla ilgili düşündüğüm çareler konusunda tarihe bir not düşmek açısından hazırladım. Her ne kadar son yıllarda ekonomik anlamda bir istikrara kavuşmuş gibi görünüyorsa da (veya bu şekilde pazarlanıyorsa da) Türkiye ekonomisinin yerleşmiş dinamiklerini anlamaksızın ve çözmeksizin ne faizin düşürülmesinden ne enflasyonla mücadeleden bahsedilebilir.

Oldum olası iyi ekonomi kötü ekonomi kavramlarına inanmadım. Bunun yerine yönetilebilir riskler demenin daha doğru olacağını düşünüyorum. Evinizin kapısını açıp dış dünyaya adım attığınız andan itibaren maruz kaldığınız tehlikeler kendi evinizde maruz kaldığınız tehlikelere oranla artıyor ve çeşitleniyor. Daha da önemlisi bu tehlikeler “sizin kontrolünüzde” olmayabiliyor. Bu anlamda yapabilecekleriniz önlem almak, öngörüde bulunmak ve tehlikeden (riskten) kaçınmak şeklinde özetlenebilir.

Benzeri bir durum küresel dünyada iş yapan ve dış âlemin etkilerine açık her tür ekonomi için de geçerlidir. Bugün artık teknoloji öyle bir hale geldi ki fiziksel olarak olmasa da kaydî olarak para çok kısa sürelerde çok büyük mesafeleri kolaylıkla alabiliyor. Hedge fonlar daha çok kazancın peşinde bir gün bir ekonomiyi şişirip diğer gün bir başkasına dadanabiliyor. Bu durumda “ekonomimiz iyi” sözü sadece günlük veya saatlik bir temenniden ileri gidemiyor çünkü Türkiye ekonomisi gibi kronik olarak sıcak parayla finanse edilen cari açıktan muzdarip ekonomilerde genelde ekonominin gidişatına “güvenli liman ve bol erzak” arayışındaki sıcak para gemisi karar veriyor.

Tabii işin mutfağındaki kesim olarak ekonomi anlamında buradan atıp tutmak kolay, fakat bir de işin siyasi boyutu mevcut. Her ne kadar iki kere iki her zaman dört etse de söz konusu olan bir ülkeyi yönetmek olunca işin içine değişik parametreler de giriyor. Hâl böyleyken aslında atılması gereken adımlar da kolaylıkla atılamayabiliyor. Bu anlamda Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana geçen sürede yapılanlara bakınca ekonomik anlamda ilerlemenin sıklıkla “iki kötüden daha az kötü olanı seçme” olarak tezahür ettiğine de şahit olunabilir, normaldir. Biraz fazla kaderci bir yaklaşım olabilir, ama bugünümüz dünden bir adım bile daha iyiyse ben her halükarda kazançlı olduğumuzu düşünüyorum.

Kronik sorunlarımızın başında gelen işsizlik yıllardır Türkiye ekonomisinin ve hane halkının sırtında önemli bir yük oluşturuyor. İstihdam üzerindeki vergisel yükler, kayıtdışılık ve verimlilik konuları artık bir kısır döngü içerisindedir. Buna diğer ülke ekonomilerinden farklı olarak işgücüne katılan/katılmayan grupların işsizlik oranına etkisini de dâhil etmeliyiz belki. İşsizlikle ilgili istatistiklerin nasıl hesaplandığı ve bu orana dâhil edilen/edilmeyen gruplarla ilgili burada bilgi vermeyeceğim, internette kısa bir araştırmayla bu bilgilere ulaşabilirsiniz. Burada dikkat çekmek istediklerim sadece bazı küçük ayrıntılar ve olası çözüm önerilerinden ibaret olacaktır.

Kadınların ve Gençlerin İstihdamı: OECD işsizlik raporlarına göre Türkiye’de kadınların işgücüne katılımı son derece az. Bunun yerine daha çok ev işleriyle meşgul olmaları sebebiyle TÜİK tarafından istihdam verileri dışında tutuluyorlar. TÜİK’in verilerine göre 2013 Nisan itibariyle 27 milyon kişilik bir işgücümüz olmasına rağmen 11 milyon 200 bin kişilik de bir ev hanımları ordumuz mevcut. Bu anlamda Türk kadınının toplumdaki geleneksel yeri anlamında işgücüne katılmaması, OECD ülkeleri arasında da kadın istihdamı açısından son sırada olmamızı sağlamış. Çok büyük bir finansal krizdeki Yunanistan’da bile kadın istihdamı Türkiye’den yüksek. Bu anlamda işgücüne katılmayan bu grupta istihdamı teşvik edici önlemlerin alınması gerek hane halkı geliri, gerek vergi geliri, gerekse sosyolojik etkisi açısından yerinde olacaktır. Tabii toplam işgücünün neredeyse yarısına denk bir rakamın işsizlik oranı üzerindeki etkisi de hesaba katılmalı ve bu sürecin uzun vadeli bir süreç olacağı unutulmamalıdır.

Yeni İş Sahaları: Öncelikle bir konuda anlaşalım: Popülizmle peynir gemisi yürümez 🙂 Genç nüfus istihdamı açısından, krizdeki ülkeler de dâhil olmak üzere ne yazık ki OECD ülkelerinin diplerine oynuyoruz. Genç nüfusun istihdamında bu derece zorlanırken “en az üç çocuk” söyleminin çok da makul olmadığına inanıyorum. Bu anlamda gerek genç nüfusun işsizlik probleminin gerek kronik işsizliğin çözümü olarak daha önce mevcut olmayan yeni iş sahalarının açılmasının birinci derecede önemle ele alınması gerektiğini savunuyorum. Örneğin son zamanlarda gündemde olan (ki son derece geciktik) hızlı tren projeleri bu anlamda çok güzel bir örnektir. Gelişmiş ülkelerdeki örneklerinde hızlı tren hatları, bunların bakımı onarımı, bu hatların diğer lokal hatlarla ve metro hatlarıyla bağlantısı ve tüm bu sistemin yolcu aldığı istasyonların neredeyse 24 saat aktif “yaşayan” yerler olması gerek ekonomik gerek sosyolojik açıdan ele alınması gereken bir konudur. Japonya’nın bazı büyük şehirlerinde kaldırımda yürürken göremeyeceğiniz kadar insan yer altındaki hatlarda hareket halindedir. Buradaki hatların operasyonu biter bitmez tüm gece boyu süren bakım onarım faaliyeti başlar. Yine, birçok tren ve metro hattının kesiştiği istasyonlar da bünyesinde bulunan alışveriş merkezleri, oteller ve restoranlarla adeta küçük bir şehir konumunda araştırılmayı hak eden bir kültürel objedir. Maalesef bizde bu tip bir kültür olmasa da yapılmakta olan hızlı tren projeleri ve bunların destekleneceğini umduğum (!) lokal hatlarıyla istihdam piyasasına canlılık getirilmesi olasıdır.

Bu anlamda bir başka önemli alan olan denizcilik de maalesef uzun yıllar ihmal edilmiştir. Üç tarafı denizlerle çevrili olmasına rağmen ülkemizdeki üniversitelerin denizcilik fakülteleri bir elin parmaklarını geçmez. Yine üç tarafı denizlerle çevrili olmasına rağmen İstanbul’da ise ulaşımda deniz yollarının ağırlığı ancak yüzde üç civarıdır. Denizcilik bilgisinin havayolu ile ulaşım gibi beynelmilel olmasından dolayı bu konuda da çalışmanın artırılması gerek yerel gerekse uluslararası iş piyasası açısından istihdama olumlu yansıyacaktır.

Eğitim ve Girişimcilik Dengesi: Bizdeki üniversite eğitimi maalesef “sürüye bir kişi daha katalım” düşüncesini pek geçmez. Öğrencilerin geleneksel olarak “kendilerini kurumsal bir firmaya atmalarının” ailelerce salık verildiği bir ortamda da üniversitelerde girişimciliği teşvik edici bir sistemin olması beklenemezdi tabi. Bu anlamda girişimciliğin sadece üniversitede değil daha önceki öğretim basamaklarında da bir meslek lisesi kelepçesinden çıkarılması özellikle genç nüfusun istihdamı açısından son derece önemlidir.

Bunun yanında maalesef kolej ve üniversite hayatına sıkıştırılmış yabancı dil öğretiminin de tabana yayılması ve bunun hemen yapılması gerekiyor. Hindistan, Pakistan ve bazı diğer İngilizce konuşulan ülkelere baktığımızda bu ülkelerin yurtdışına hatırı sayılır miktarda işçi ihraç ettiklerini ve bu kişilerin gerek kendi yaşamlarının idamesi gerekse kendi ülkelerine döviz transferi açısından son derece etkili oldukları görülmektedir. Tabii ben burada böyle yazarken sizin aklınıza hemen “Anadolu Lisesi Almancası” ve “İngilizce hazırlık” gibi kavramlar geliyor sanırım? Fakat benim üzerinde durmak istediğim bir başka konu da komşularımızla olan ticari ilişkilerimiz. Ortalama olarak lise mezunu bir Türk’ün kullandığı Türkçe’nin içerisinde bol bol Arapça ve Farsça kelime mevcutken (yani bu dilleri kolaylıkla öğrenebilecekken) bu dillerin müfredatta en azından seçmeli olarak yer alması, lise mezunu birinin kendi çabalarıyla ayakta kalmasına, en azından ya bu dillerin konuşulduğu ülkelerle ya da bu ülkelerden gelecek turistlerle/iş adamlarıyla iş yapabilmesine olanak sağlayacaktır. Aynı durum Rusça, Bulgarca, Gürcüce vs. diller için de geçerlidir.

Türkiye ekonomisinin bir başka kronik sorunu ise gitgide artan sanayileşme ile artan enerji ihtiyacı, bunun mukabili oluşan cari açık ve bunun sıcak para ile fonlanmasıdır. Kısaca dış aleme satılan mal ve hizmet kalemleri ile dış alemden alınan mal ve hizmet kalemleri arasındaki fark olan cari açığın finansmanı için net doğrudan yatırım, net portföy yatırımı, rezervler ve net hata noksan kalemleri kullanılmaktadır.

Yazımın başında da belirttiğim gibi, iyi ekonomi kötü ekonomi kavramından çok yönetilebilen risklere inanırım. Sanırım hiçbirimiz kişi başına düşen yıllık milli gelirin on katı bir maaşla gelen bir iş teklifine hayır demeyiz. Fakat bu iş teklifi her gün çantamızda bir adet saatli bomba taşımamızı da gerektirse acaba bu iş teklifine yine aynı cevabı verir miydik? İstemez miydiniz? Peki çantanız nükleer bombaya dahi dayanabilecek bir malzemeden üretilecek olsa ve bir yaver tarafından taşınacak olsa?

İşte cari açığın olası etkileri de bundan ibarettir. “Yönetilebildiği” sürece sadece saatli bir bomba olarak kalır, fakat bizim gibi doğrudan yatırım çekmekte zorlanan ve portföy yatırımları ile (sıcak para) cari açığı finanse edecek ülkelerde bu risk, birçok ekonomik, sosyolojik ve politik veriye bağlı olarak artar ve azalır. Tabii burada finansman bacağından çok cari dengedeki üretim ve tüketim bacağını da sorgulamamız gerekir. Tüketimde maalesef en büyük bacak enerji ve bu konuda acilen yapılabilecek hiçbir şey yok. Fakat bunun yanında çevrenizde herkesin elinde görebileceğiniz yabancı markalı ürünler de bu tüketim (ve dolayısıyla ithalat) grubunda yer alıyor. Yani yurtdışı kaynaklı son tüketim ürünü aldığımız her ürünün bizim cebimizden yurtdışına çıktığını bilmemiz gerekiyor. İhraç kalemlerimizde ise başka bir durum göze çarpmaktadır: En önemli ihraç kalemlerimiz arasında denge yüzde 82 sanayi ürünleri yüzde 14 tarım ürünleri ve yüzde dört madencilik ürünleri olsa da bu noktada yüksek katma değerli mamul farkı söz konusu olmaktadır. Yurtdışına sattığımız ihraç malları arasında otomotiv sanayi ve yan ürünleri, tekstil ürünleri ve yan ürünleri, demir çelik mamulleri, kimyevi mamuller ile tarım ürünleri bulunmaktadır. Otomotivde birçok marka Türkiye’de üretim ve montaj yapmasına rağmen bunların çok azının yüzde 100 yerli olduğundan söz edilebilir. Keza önemli kalemlerimizden biri olan kimyevi mamullerin başlıcası petrokimya ürünleri de büyük oranda petrol ithalatına bağımlıdır. Bu anlamda tarım ürünleri ve tekstil ürünleri esas “yerli” üretim ve ihraç kalemleri olarak başı çekmektedir. Fakat bu durum ihracat/ithalat dengesini lehimize çevirmeye yeterli gelmemektedir. Nitekim durum Sanayi Bakanı Sayın Nihat Ergün’ün de dikkatini çekmiş, bu yapıyla 2023 yılında 500 milyar dolarlık ihracatın mümkün gözükmediğini belirtmiştir.

Hülasa, üretip sattığımız ürünlerle ithal ettiğimiz ürünler arasındaki dengesizlikten açık veriyoruz. Tarım ve tekstil ürünleri ile ihracat bir yere kadar gelebilir (Aslında çok çok daha ileriye gidebilir, ama bunun için Hollanda gibi yeryüzünde hareket halindeki domates ihracının yüzde 25’ini ve biberlerin de üçte birini üretebiliyor ve pazarlayabiliyor olmak lazım!). Yerli üretim yüksek teknoloji ürünü mamullerin toplam ihraç kalemleri arasındaki payı ancak yüzde beş seviyesindedir. OECD ülkeleri arasında da maalesef diplere oynamaktayız. Oysa ki bir başka gelişmekte olan ülke olan Güney Kore’de bu oran tüm ihraç kalemlerinin üçte biri seviyesindedir*. Bu anlamda ekonomi yöneticilerinin yerli araba üretimi konusundaki çıkışları hakkındaki düşüncelerimi de daha önce ifade etmiştim.

Yine bu konudaki bir başka eksiğimiz, geri dönüşüm ve tasarruf açısından yerleşmiş bir kültürümüzün olmaması. OECD üyesi ülkelerde çöplerin atıktan çok geri kazanılabilir bir ürün olarak değerlendirilmesi sonucu atıkların önemli miktardaki bir kısmı geri kazanılabilmektedir (Şu bağlantıdan bazı OECD ülkelerini ve Türkiye’yi, evsel atık açısından karşılaştırabilirsiniz, raporun altında yüzdeler var). Gerek enerji ithalatının azaltılması, gerekse evsel ve ev dışı atıkların değerlendirilerek ekonomiye tekrar kazandırılması açısından geri dönüşümün bir devlet politikası olarak teşvik değil kanunen zorlanarak benimsetilmesi gerekmektedir. Günümüz şartlarında hiçbir ülke, atıklarını değerlendirmeyerek çöpe atacak kadar zengin değildir. Bunun farkında olan bazı ülkelerde geri dönüşüm sonucu çöpler yüzde 96 oranında geri dönüştürülebilmektedir.

Keza tasarruflar açısından da teşvik ve akılcı stratejiler gerekmektedir. Mevcut bankacılık sistemimizde ve ekonomik konjonktürde bankalar dış finansman bularak bunu piyasaya sunmakta, uzun vadeli mevduat toplayıp kredi kullandırımı ise oldukça sınırlı tutarda kalmaktadır. Bu anlamda her ne kadar kamu borcunun GSYH’ye oranı geçmiş yıllara göre düşük olsa da özel sektörün dış âlemden sağladığı borçların GSYH’ye oranı kamu borcuna göre daha yüksek kalmakta, Merkez Bankası’nın kısıtlı döviz rezervleriyle olası bir döviz krizinin etkisinin öngörülememesine neden olmaktadır. Bireysel Emeklilik Sistemi’ne bu sene itibariyle getirilen yüzde 25 devlet katkısı, tasarrufların teşviki açısından önemlidir. Bu sistemde BES katılımcılarının yatırdığı prim tutarının yüzde 25’i her ay devlet tarafından katılımcının hesabına geçirilmekte, bu fon da katılımcının tercih ettiği fondan ayrı bir fonda değerlendirilmektedir. Fakat Türkiye ekonomisi üzerinde son birkaç aydır gerçekleşen sıkıntılar nedeniyle devlet borçlanma araçlarının faizlerinin yükselmesi sonucu BES devlet teşviki fonlarının da değerleri düşmüştür. Bu anlamda riski iyi bir şekilde çeşitlendirilmemiş fonların neden olacağı bu zararların BES açısından yeni katılımcılara caydırıcı bir unsur olacağı aşikârdır. BES’teki devlet teşviklerinin risk çeşitlendirmesi iyi yapılmış ve “devletin bir cebinden alıp diğer cebine koyacağı” algısı oluşturmayacak bir şekilde değerlendirilmesi sistemin geleceği açısından önemlidir.

Bu yazımda Türkiye ekonomisi üzerindeki iki önemli sorunun çözümleri üzerine kişisel fikirlerimi paylaştım. Esasen bir ülkenin gelişmişliği sadece ekonomik olarak değerlendirilemez. Bu konuda “finansal olmayan parametrelerle” ilgili düşüncelerim ise bir başka yazının konusu olsun.

* Murat Yoluker, Güney Kore Tarihi ve Ekonomisi, Memlekent Dergisi, Sayı:14, 2013, s.58

1 comment

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: